Tarih Sayfaları

Osmanlıda Müzecilik

Gönderen BlogMan 31 Ocak 2010 0 yorum


Osmanlıda Müzeciliğin Başlangıcı
• Osmanlı döneminde ilk müzecilik çalışmaları bugünkü müze kavramıyla aynı olmasa da ve müze adı geçmese de 1845-46 yıllarında İstanbul’a gelmiştir. 1830’lu yıllarda Harbiye Nezareti’nde Tophane-i Amire müşiri olan Fethi Ahmet Paşa Darü’l Esliha’daki koleksiyonları barındıran Harbiye Ambarı’ndan sorumluydu. Koleksiyonlardan söz eden en eski belge, Harbiye Ambarı’ndaki eski silahların ve çeşitli tarihi nesnelerin düzenlenilerek yerleştirilmesi için bir mekan tahsis edilmesi önerisini içerir; bu belgeye göre Harbiye Ambarı’ında, insan ve hayvan suretlerinin tasvir edildiği eski eserlerin düzenlenerek yerleştirildiği bir müze zaten mevcuttu. Ahmet Fethi Paşa, eski bir kilise olan Aya İrini’nin alanını ikiye bölerek koleksiyonları bu bölmelere yerleştirdi. İç avlunun sağında, üzerinde “ Mecmua-i Esliha-i Atika ( eski silah koleksiyonu ) “ yazılı mermer giriş, Harbiye Ambarı’nda bulunan eski silah ve zırh koleksiyonuna açılıyordu. Bu girişin karşısındaki, üzerinde “ Mecmua-i Asar-ı Atika ( eski eser koleksiyonu ) “ yazılı giriş ise, Helen ve Bizans dönemlerine ait eserlerin bulunduğu bölüme açılıyordu. Eserlerin yerleştirilmesi için seçilen Aya İrini de rast gele seçilen bir mekan olmayıp tamamen ideolojik sebepler taşımaktadır. Eski kilise bulunduğu yer itibariyle hem saraya yakın ve içinde hem dışarıya yani halka yakındır. Yani hem ele geçiren kültürü hem de ele geçirilen kültürü yansıtmaktaydı. Kilisedeki eserleri padişah kendi dışında özelliklede gerileme döneminde güç gösterisi olarak, yurt dışından gelen elçiler, konsoloslar vs. görebilmekteydi.

• 1870’lerde Aya İrini burada bulunan eserler artık mekana sığmadığı için yine sarayın bahçesinin içinde bulunan Çinili Köşk’e taşınmıştır.15. yy.’da 1873 yılında Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan bu köşk erken Osmanlı dönemine aittir. Binanın içindeki çiniler müzeye dönüştürülme esnasında üzerleri sıvayla kapatılıp tahrip edilmiştir. Ayrıca devasa bir giriş eklenerek yapı deforme edilmiştir. Böylece Osmanlı döneminde kurulan bu yapı biçimsel olarak Avrupa’da ki örneklerine benzeyen bir müze halini almıştır. 1876’da “ Müze-i Humayun “ adını alarak halka açılıştır.


• Bir İngiliz olan E. Gold Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmaktayken 1869’da Müze-i Humayun’un başına müze müdürü olarak atanır. Gold Avrupalı olmak dışında müze yönetimi için gereken niteliklerden hiçbirini taşımamaktaydı. Ali Paşa’nın 1871’de ölmesi üzerine Sultan Abdülaziz, devleti Tanzimatçılardan kurtarmak amacıyla Mahmut Nedim Paşa’yı göreve getirir. O da derhal Ali Paşa’nın göreve getirdiği kişilerin hepsini görevden alır; bu kişilerin içinde E. Gold’da vardır. Sadrazam müze müdürlüğü makamını da kaldırır ve koleksiyona göz kulak olması için Terenzio isimli bir ressamı görevlendirir ancak kendisine resmi bir unvan verilmez.

• Bu olaylardan yalnızca bir yıl sonra, Mahmut Paşa, koltuğunu Tanzimat’ın en önemli reformcularından biri olan Mithat Paşa’ya kaptırır. Mithat Paşa’nın döneminde, Tanzimat’ın coşkulu bir taraftarı ve Fransız kültürü hayranı olan yeni maarif nazırı Ahmet Vefik Efendi, müzeyi kısa bir sürede yeniden hizmete açar ve Alman Anton Philip Déthier’i müze müdürlüğüne getirir. E. Gold’dan farklı olarak Déthier, Berlin Üniversitesi’nde tarih, klasik dönem, filoloji, arkeoloji ve sanat tarihi alanlarında eğitim görmüştü ve 1872’den 1880 yılında ölene dek müze müdürlüğü yapmıştır. Déthier’in ilk yaptığı işlerden biri, tarihi eser trafiğini düzenleyen bir “ Nizamname ( eski eser koruma kanunu ) “ çıkarılmasını sağlamak olmuştur. Ancak bu Nizanname ilk bakışta Osmanlıya ait eserleri korumak amaçlı yapılmış görünmekle birlikte uzun vadede çok zarar vermiştir. Örneğin “ Osmanlı toprakları üzerinde bulunan tarihi eserlerin 3/1‘i devletin 3/1’i toprak sahibinin 3/1’i de bulanındır “ diye belirtilen madde tarihi eserlerin yurt dışına götürülmesine neden olmuştur. Çünkü bu maddeden faydalanmak isteyen yabancılar Osmanlı topraklarından arazi satın alarak çıkan eserlerin 3/2’sine sahip oldukları için pek çok eseri yurt dışına çıkarmışlardır.

• 1881’den sonra müze müdürlüğüne Osman Hamdi atanmıştır ve Türk müzeciliğinde ikinci dönem başlamıştır. Fethi Ahmet Paşa’dan sonra ilk müdürlük yapan Türk Osman Hamdi’dir ve batılı anlayışıyla bir müzecilik yapmıştır. Şu anda bulunan lahitlerin neredeyse tamamı onun zamanında çıkarılmış ve müzeye dahil edilmiştir. Hatta daha sonra kurulacak olan Arkeoloji müzesi ( 1891 ) de ilk olarak bu lahitlerin konulması için yapılmıştır.

• Çinili köşk bir süre sonra dar gelmeye başlayınca, içindeki eserler Süleymaniye Külliyesine taşınıyor. 1983’te de bugün ki yerine yani İbrahim Paşa Sarayı’na taşınıyor.

• Yüzyılında başında ise durum şöyledir; Bursa’da, Konya’da müze şubeleri açılıyor ve Cumhuriyetin ilanına kadar bu durum devam ediyor. Şubelerin açılma sebebi öncelikle, eserlerin çıkarıldıkları yerlerde korunmak istenmesidir. Ayrıca arkeoloji müzesi dar gelmeye başlamaktadır ve taşınmayı engellemek için şube açma yöntemine gidilmiştir. Bu durum Cumhuriyet sonrasında da devam etmiştir. Eserler bulundukları yerde kalıyor ve oradaki müzeye dahil ediliyorlardı. Ayrıca şubeler açmak Anadolu kültürünün sahiplenilmesi amacıyla da uygulanmıştır.

• Cumhuriyetten sonra müzecilik anlayışı Batılı anlayışa dönmüştür. Resim-heykel müzesi buna bir örnektir.


Hazırlayan: Orçun Aksakal

Osmanlı Mimarisi

Gönderen BlogMan 0 yorum


OSMANLI MIMARISI
Insâ yâni yapi san'ati. Toplum larin dîni, siyâsî, içtimaî ve iktisadî özelliklerine göre meydana getiri len güzellik, estetik, saglamlik ve kullanisliligi kendinde toplayan; mesken, mâbed, medrese, hamam, kervansaray, çesme, köprü, su yolu, bend, türbe, ima ret, hastahâne, çarsi, bedesten, kütüphane, saray ve kabristan gibi eserlere mîmârî eserler denir. Kültür, iklim ve teknik imkânlara bagli olan mimarlik san'ati ve mîmârî eserler devirden devire, milletten millete, iklimden iklime degisiklik göstermektedir. Kulla nilan malzemenin cinsine ve özel ligine göre insâatin sekli ve tatbik edilen usûller de ayridir.

Mîmârî bir eserde tertip tarzi, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunlulugu gibi unsurlar sayesinde güzellik saglanmaya çalisilir. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanilir. Mimarlikta göz önüne alinmasi gereken bir husus da kullanisliliktir. Yâni yapilan eser kullanis gayesine uygun olmali, bina içindeki sirkülasyon (hava akisi) ve akustik (ses yayilma) özellikleri iyi bir sekilde saglanmali, çesitli ihtiyâçlar imkânlar nisbetinde karsilanmalidir.

Mîmârlik, ihtisas sahalarina göre; dînî mîmârlik (cami, mescid, kilise mimarligi), askerî mîmârlik, sivil mîmârlik (mesken, sanâyî, ticâret, içtimaî ve siyâsî mîmârlik), sehir mimarligi ve bahçe mimarligi gibi subelere ayrilir.

Mimarlik târihi insanlik târihiyle yasittir. Yeryüzünde ilk mîmârî eser, ilk insan ve ilk peygamber Adem aleyhisselâmin, Allahü teâlânin emriyle insâ ettigi Kabe'dir. Kâbe-i muazzamayi ikinci defa Sit aleyhisselâm, Nuh tufanindan sonrada ibrahim ve oglu ismail aleyhimesselâm yeni den insâ ettiler.

Islâmiyet'ten önceki devir lerde insanlarin barinma ihtiyâci sebebiyle mesken mimarisi gelisti. Dînî merkezler olan çesitli mâbedler, krallar ve hükümdarlar için sato ve saraylar, düsman hücumundan korunmak için kaleler ve etrafini çeviren surlar, eglence yerleri ve tiyatrolar, büyük sehirler, bu sehirlere su saglayan su kemerleri, temizlik için hamamlar yapildi.

Islâmiyet'in gelmesinden sonra büyük bir medeniyet kuran müslümanlar, her sahada oldugu gibi mimarliktada essiz eserler meydana getirdiler. Kisa za manda Hindistan'dan Ispanya' ya kadar uzanan üç kit'a üzerine yayilip, genis topraklari bu yeni kültürün eserleri ile süsleyip dam galarini vurdular. Bu eserleri meydana getirirken, o güne kadar çesitli milletler tarafindan kullani lan mimarî usûllerini en iyi sekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemis birçok yeni teknikler de gelistirdiler.

Peygamber efendimiz ve dört halîfesi, Emevîler, Endülüs Eme vîleri ve Abbasîler devirlerinde; camiler, hanlar, ribat adi verilen kale görünüslü savunmaya yöne lik binalar, camiler, minareler, medreseler, hastahâneler ve saraylar yapildi.

Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklulari da hâkimiyet kur duklari genis memleketler üze rinde cami, medrese, türbe, çok i maksatli olarak kullanilan külliye ler, bîmârhâne (hastahâne), ashane ve hamamlar insâ ettiler. Ticâret yollari üzerinde kervansa raylar, dârüssifâ adi verilen hasta hâneler yaptirdilar. Bilhassa Mogol baskin ve yagmalarina karsi sehirlerin etrafini surlarla çevirdiler. Hindistan'da kurulan Tîmûrogullan (Gürgâniye) Dev leti zamaninda da çesitli mîmârî eserler ortaya kondu. Delhi'deki Sah Cihan Camii, Agra'da yaptiri lan Taç Mahal, Hindistan'da mey dana getirilen önemli eserler dendir, ilim ve feyz kaynagi olan dergâhlar da, Hindistan mimarî sinde özel yer tutmaktadir.

1299 yilinda kurulan, 1453'de istanbul'un fethinden sonra büyük bir devlet hâline gelen Osmanlilar zamaninda da, daha önceki islâm devletlerinde görü len mimari eserlere daha yenileri eklendi.

Osmanli mimarisi; Türk târi hinde belirli bir yeri olan, büyük ve heybetli eserleri meydana getiren Osmanli Türklerinin insanlik san' at târihinde mühim yer tutan san' at eserlerinin toplamidir. Osmanli mimarisi basit, kullanisli, âbidevî ve az tezyinatti olmasi ile dikkat çeker. Ince, zarif, vakur ve hey betlidir. Tamamen âbidevî sahe serler olan camilerin çevreleri, külliye tâbir edilen bir çok sosyal müesseselerle çevrilmistir. Fev kalâde îmârci bir devlet olan Osmanlilar zamaninda, kendine âid olmayan eserler bile ihti mamla korunmustur, îmâr tesvik edilmis, îmâr görmeyen Osmanli topragi kalmamistir. Mütevâzî mahalle zenginleri bile bir mescid yaptiramadigi takdirde, bir çesme yaptirmis veya bir mekteb tamir ettirmistir.

En küçük yapida bile, saglam, dürüst, namuslu bir sekilde büyük bir san'at zevkiyle ve top lum heyecani ile çalismayi, aldigi terbiyenin esâsi sayan Osmanli mimarlari, belli bir egitim siste minden geçerdi. Mimarlar, devlet tarafindan îmâr ve mühendis akademisi hüviyetinde olan Hasbahçe'de nazarî olmaktan çok pratik usûllerle yetistirilirdi.

Mimarlar; hassa (devlet) mimarlari, sermîmâr (basmîmâr), hassa sermîmâr (hassa basmî mân) veya sermîmâr-i mîmâran-i hassa denilen yüksek vazifeli bagliydilar. Bu zât bir nevî bayin dirlik bakani sayilirdi. Bâzi durumlarda dîvâna katilir ve iza hatlarda bulunurdu.

Osmanli mimarlari büyük görgü ve tecrübe kazanarak her medeniyete âid âbideleri, teknik ve san'at bakimindan inceleyerek yetisirlerdi. Plân ve maket üzerin de çalisirlar, hazirladiklari plân ve Maketlere göre eserlerini insâya baslarlardi. Pâdisâhlar önce mî mârlarin hazirladiklari maketleri görürlerdi. Ayrica âbidenin nakis lari'da önce kâgida yapilir, sonra son sekli verilirdi. Küçük insâat lar için de resim ve plânlar çizi lirdi. Mîmâr, yaptigi binanin muhasebesi ile mesgul olmaz, bu is için o binaya nazir veya bina emini denilen bir maliyeci, yapi küçükse bir kâtip tâyin edilirdi.

Hassa mimarlari, sehirde nizâma aykiri olan insâata izin vermemekle, eger yapilmissa yiktirmakla da vazifeliydiler. Bas lica yasak bölgeler istanbul surla rinin içe ve disa dogru 5'er arsin (3 metre) yakini, cami ve mescid lere 5 arsindan fazla yaklasmis binalar, caddeleri daraltacak insâatlardi. Bütün yasaklara ve kontrollere ragmen, zaman za man yapilan binalar yiktirildi. Surlara yapilan evler, 1539'da bir defa yiktinldigi hâlde tekrar yapil mis, 1559'da Mîmâr Sinan tarafin dan tekrar yiktirilmisti. Sehir kaldirimlarini insâ ve tamir ettir mekle de vazifeli olan hassa mimarlari, kaldirimcilara yaptir diklari kaldirimlar bozulursa, üç yil içinde bedava onartirlardi.

Tasrada da devletten maas alan hassa mimarlari vardi. Eyâ letlerde beylerbeyilerin emrinde bayindirlik müdürü vazifesi yapan mimarlar, bulunduklari yerlerdeki devlet insâatindan, husûsî insâatin Nizâm-i na uygun olmasindan, usta ve isçilerin durumlarindan ve eserlerin ise yarar hâlde tutulmasindan mes' ûldüler. Hassa mimarlarinin tas vib etmedigi hiç bir kimse husûsî mimarlik yapamazdi.

Hassa sermîmârligi 1831'e kadar devam etti. Bu târihte sul tan ikinci Mahmûd Han tarafin dan Ebniye-i hassa müdüriyeti kuruldu. 1836'da Meclis-i umûr-i nâfia, 1839'da Umûr-i ticâret ve nâfia nezâreti yâni bayindirlik bakanligi kuruldu. Ebniye-i hassa müdüriyeti de bu nezârete bag landi. Böylece hassa mimarlari ocaginin sönmesiyle, Hasbahçe mektebi de sona erdi. Mektepten yetisen kaliteli mimarlar azaldi. Askerî mekteblerdeki mühendis lere mimarlik verildi. Mimarligin ve mîmârî eserlerin yok olmakta oldugunu gören büyük devlet adami ikinci sultarn Abdülhamîd Han, 1881'de bugünkü Güzel San'atlar Akademisi demek olan Sanâyii Nefise mektebi âlîsini mîmârî bölümüyle birlikte kurdu. 1299 yilinda devlet hâline gelen Osmanlilar, mîmârî eserle rini en evvel ilk bassehirlerinden olan Bursa'da ortaya koydular.

Daha çok Selçuklu mimarisi nin izlerini tasiyan ve Orhan Gazi zamaninda Bursa'da; Orhan Gazi' nin kardesi Alâaddîn Bey tarafin dan yaptirilan Alâaddîn Camii, Orhan Bey Camii, Edebâli'nin kardesinin oglu tarafindan yapti rilan Ahî Hasan mescidi, Murâd-i Hüdâvendigâr zamaninda yaptirilan Hüdâvendigâr Camii, Sehâdet Camii, Hayreddîn Pasa Camii, Nilüfer Hâtûn Camii, izzeddîn Camii ve Kara Ali Camii ile Yildirim Bâyezîd zamaninda yapilan Yildirim Camii, Ali Pasa Camii, Demirtas Camii, Ertugrul Camii, Molla Fenârî Camii, Gazi Tîmûrtas mescidi, Somuncubaba Camii ve 20 kubbeli, ortasinda on alti köseli büyük bir sadirvan bulunan, minberi ceviz agacindan, oyma duvarlari, en güzel yazi motifleriyle süslü Ulu Camii bunlarin belli baslilarindandir.

Celebi Sultan Mehmed devrinde yapilan camiler ise; Saheser Camii ismiyle de anilan, nefis iznik çinileriyle süslü, çinilerindeki hâkim renk yesil oldugu için bu adi alan Yesil Camii, Çelebi Sultan Mehmed'in kizlari Selçuk Hâtûn ve Hafsa Hâtûn tarafindan yaptirilan Selçuk Hâtûn Camii ve Bedreddîn Câmii'dir.

Sultan ikinci Murâd Han zamaninda da; Muradiye Camii, Abdal Camii, Zeynîler Camii yaptirilmistir.

Ayni zamanda türbeler sehri de olan Bursa'da ilk alti Osmanli pâdisâhinin ve yakinlarinin türbe ve kabirleri yer almaktadir. Bir mimar? eseri olarak ortaya çikan ve istanbul'un fethine kadar yapilan türbeler ise sunlardir: Osman Gazi türbesi, Orhan Gazi türbesi, Murâd-i Hüdâvendigâr türbesi, Yildirim türbesi, Çelebi Sultan Mehmed türbesi de denilen Yesil türbe, sultan ikinci Murâd türbesi, Süleyman Çelebi türbesi, Hadîce Sultan türbesi. Her biri birer san'at eseri olan türbelerde çesitli mîmârî üslûb ve motiflere yer verilmistir. Bu türbeler daha çok Orta Asya ve Selçuklu san'ati izlerini tasirlar.

Istanbul'un fethinden önceki devirde; Lala Sahin Medresesi, Hüdâvendigâr Medresesi, Çelebi Sultan Mehmed'in Yesil Medresesi gibi ortada bir avlu, bunun üç tarafi revak, kible tarafi yüksek kubbeli dershanelerden meydana gelen medreseler de yaptirilmistir. Orhan Gazi ve Murâd-i Hüdâvendigâr zamanlarinda Bursa'da bugünkü ordu evinin bulundugu yerde bir saray yaptirilmistir. Çelebi Sultan Mehmed Han zamaninda ipek Hani, Murâd-i Hüdâvendigâr zamaninda Kapan Hani, Orhan Gazi zamaninda Emir Hani gibi hanlar ve kervansaraylar yaptirilmistir.

Istanbul'un fethinden önceki devirde, Osmanli Devleti'nin ikinci baskenti olan Edirne'de de pek çok mîmârî eserler meydana getirildi. Sultan ikinci Murâd Han tarafindan yaptirilan Üç Serefeli Cami, Bursa Orhan Camii örnek alinarak yapilan Muradiye Camii, Çelebi Sultan Mehmed zamaninda yaptirilan Eski Camii bu eserlerden bâzilaridir. Sultan ikinci Bâyezîd tarafindan Mîmâr Hayreddîn'e yaptirilan ikinci Bâyezîd Camii, Beylerbeyi Camii ve Edirne'nin en eski camisi olan ve Yildirim Bâyezîd Han tarafindan yaptirilan Yildirim Câmii'dir. Gazi Mihâl Bey ve Ayse Kadin camileri de bu devirde yapilmistir.

Birinci Murâd Han tarafindan 1414'de Eski Camii yaninda yaptirilan bedesten, 1420'de yaptirilan Gazi Mihâl köprüsü, 1435'de ikinci Murâd Han tarafindan yaptirilan dârülhadîs medresesi, Tahtakale hamami, 1440'da yaptirilan Topkapi (Alaca) hamami, Yildirim Bâyezîd Han tarafindan yaptirilan Saray hamami, bu devre âid mîmârî eserlerden bâzilaridir.

Osmanli Devleti'nin kurulusundan istanbul'un fethine kadar olan, kurulus dönemi . mîmârisinde, Osmanli mimarisinin bâzi temel özellikleri ortaya çikmistir. Câmi mimarisinde uygulanan degisik plân kuruluslari bu dönemin ana özelligidir. Bu dönemde insâ edilen camiler; tabhâneli camiler, tek kubbeli camiler ve çok kubbeli camiler olarak üç bölüm hâlinde ortaya çikmistir. Dînî ve sosyal bir yapi olan tabhâneli (misafirhaneli) camiler, yapi ekseni üzerinde kible yönünde uzanan, umumiyetle üzerleri birer kubbe ile örtülü genis bir kemerle birbirine açilan, arka arkaya iki büyük mekan ve iki yanda yapi eksenine paralel sayilan degisen yan odalardan meydana gelmistir. Giristeki birinci kisim umumiyetle, sadirvanli ve üstü aydinlik fenerli kubbeyle kapalidir, ikinci kisim ise, cami kismidir. Tabhârleli camiler Osmanli Devleti'nin ilk zamanlarinda yaygin olarak yapilmistir.

Tek kubbeli camilerde ise; ön kisimda kare plânli kubbe örtülü kisim, geride ise üç bölümlü bir son cemâat yeri yer almistir. Mermer ve çini islemeciliginin de bulundugu bu camilerin minareleri sirli tugla ve çinilerle kaplidir.

Çok kubbeli camilerde ise; mekan esit bölümlere ayrilmis, her bölüm bir kubbe ile örtülmüstür. Yapi ekseni üzerindeki her bölüm, aydinlik fenerli bir kubbe veya bir sadirvanla avlu gelenegini yasatmistir.

Bu devirde yapilan medreseler ise, umûmî olarak dikdörtgen plânli olup, girisin karsisindaki kenara bitisen kubbeli ve camekanli olan erkekler bölümü, dört eyvanli ve dört köse mekanli; kadinlar bölümü ise, camekan disinda küçük bir iliklik ve iki hacimli bir sicaklik bölümünden meydana gelmistir. Ticarî maksatli olarak insâ edilen avlulu sehir hanlari; kare plânli, iki katli, alt kati mal ve esyanin depolandigi revakli penceresiz mekan, üst kati revaklarin tekrarlandigi pencereli ve ocakli odalar hâlinde insâ edilmistir. Yapi ekseni üzerinde giris kanadinin karsisinda yapiya bitisik enine dikdörtgen plânli ahir yer almistir.

Alisverislerin yapildigi bedestenler ise, umûmî olarak alti ayak üzerine yerlestirilmis on dört kubbeli dört kapili olarak insâ edilmistir. Dista mahzenli dükkânlari olan bu yapilarda umumiyetle altmis dükkân ve bu sayiya yakin da mahzen yapilmistir.

Bu dönemde yapilan türbeler ise sekizgen plânlidir. Yüksek kasnak, yapiya iki kademeli bir görünüs verir. Yapinin yüzleri çinilerle veya çesitli motiflerle kaplidir. Kapi kanatlari ve pencere kapaklan Türk agaç san'atinin önemli eserleri arasinda yer alir. Bu dönemde insâ edilen külliyeler; cami, medrese, mekteb, imaret, sifâhâne, türbe, hamam ve hanlari içine almistir. Bu yapilar belli bir eksen düzeni olmadan, daginik olarak kurulmuslar, insâatta arazinin özellikleri, yüksek ve alçakta kalan alanlar degistirilmeden kullanilmistir. Cami ve medrese yapilari birbirine yakin olarak yerlestirilirken, hamam ve han yapilari bunlarin uzagina insâ edilmistir. Bu dönemdeki mîmârî eserlerde çini, önemli bir süsleme unsuru olarak kullanilmistir. Geometrik süsleme örnekleriyle, sülüs ve kufi yazi motiflerinde yer aldigi süsleme örnekleri, umûmî olarak nebatî motiflerden meydana gelmistir.

Istanbul'un fethinden sonra cihan devleti olan Osmanlilar; diger sahalarin yaninda, mimarlikta da üstün eserler verdiler. Üç kit'aya yayilan ve pek çogu bugün de yasamakta olan bu âbide eserler hâlâ Osmanli medeniyetinin ihtisamini aksettirmektedir.

Istanbul'u feth etmekle dünyâ târihinde yeni bir çag açan Fâtih Sultan Mehmed Han, derhâl istanbul'un imârina basladi. Ayasofya'yi kiliseden camiye çevirip ilk Cuma namazini kildi.. Sahâbe-i kiramdan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (r.anh) kabri üzerine türbe ve yanina Eyyûb Sultan Câmii'ni yaptirdi. Daha sonra Mîmâr Atik Sinan (Sinâneddîn Yûsuf bin Abdullah) ile Mîmâr Ayas'a da Fâtih Câmii'ni ve külliyesini insâ ettirdi. Fâtih külliyesinde; kütüphane, 16 medrese, imaret, kervansaray, tabhâne, dârüssifâ ve hamam bulunuyordu. Yedikule Camii, Kireç iskelesi Camii, Sehremini Camii ve Rumeli Hisari, Eski Saray (Bugünkü Üniversite merkez binasinin yeri), Topkapi Sarayi, üstü kubbe ve kemerle örtülü olan Kapali Çarsi, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yaptirilan mîmârî eserlerden bâzilaridir. Fâtih Sultan Mehmed Han zamaninda bir çok kütüphane, medrese, imaret, hamam, çarsi ve kervansaray gibi mîmârî eserler de yaptirildi. Edirne, Bursa, Amasya, Trabzon ve diger merkezlerde de mîmârî eserler meydana getirildi.

Bu devirde camiler ve çesitli hayir binalari seklinde gelisen mîmârî eserler, sehirlerin merkezî ve hâkim noktalarina yapildi. Bu eserlerde zarîf, sâde fakat, süzülmüs bir zevk mahsûlü olan çini, mermer, tahta veya siva üzerine nakis gibi tezyinat ile bediî degerlerin bir bütün olarak düsünüldügü görülür. Selâtin Camii tâbir edilen ve pâdisâhlar tarafindan yaptirilan camilerde bu bütünlük daha iyi göze çarpar.

Evliya Çelebi, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafindan yaptirilan Fâtih külliyesinde yer alan Fâtih hastahânesiyle ilgili su bilgileri verir: "70 oda 80 kubbelidir. 200 kisi hizmet eder. Hekimbasi bilginlerdendir. Ayaküstü tedavi edilenler de, yatirilarak tedavi edilenler de vardir, ilaçlari bedavadir. Yatanlara çok iyi bakarlar. Zîrâ Allah rizâsi ve pâdisâhin ruhu selâmeti içindir. Vakifi olan hazreti Fâtih böyle sart koymustur. Hastalara, sarilmali diba kumas ve ipekten gecelikler giydirirler, iki defa nefis yemek çikar. Vakiftan o kadar zengindir ki, hastalara en iyi av kuslarinin etlerini yedirirler. Üç bölüktür. Bir bölükte erkekler, digerinde kadinlar, üçüncüsünde de gayri müslimler tedâvî edilirler."

Sultan ikinci Bâyezîd Han zamaninda yetisen Mîmâr Hayreddîn ise, Edirne ve istanbul'da Bâyezîd külliyelerini yapti. Edirne'nin büyük camilerinden olan ikinci Bâyezîd Câmii'nin yedi bölümden meydana gelen külliyesindeki dârüssifâda akil hastalari; su sesi, psikolojik telkin, mesguliyet ve ilâçla tedâvî edilirdi. Sultan ikinci Bâyezîd Han zamaninda Bursa'da, istanbul' daki Fâtih Câmii'nin küçük bir benzeri olan Emîr Sultan ve Üftâde câmilerinine benzer camiler yaptirildi. Amasya'daki Sultan Bâyezîd Câmii'nin kapisi, mihrabi ve minberi üzerindeki yazilarin san'at degeri çok kiymetlidir. Külliye hâlinde yaptirilan caminin etrafinda, kütüphane, bedesten, medrese, dârülkurrâ, imarethane, firin gibi sosyal te'slsler yer almaktaydi.

Yavuz Sultan Selim Han devrinde yetisen ve Acem Ali diye bilinen Mîmâr Alâeddîn Ali Bey tek kubbesiyle istanbul'daki Sultan Selîm Câmii'ni yaparak Osmanli mimarisine azamet ve vekan getirdi. Sekiz senelik kisa bir saltanat dönemi olan Yavuz Sultan Selim Han, dogu seferleriyle mesgul olmasina ragmen imâr faaliyetlerinde de bulundu. Istanbul'un fethinden, Mîmâr Sinan'in mimarbasi olarak vazife aldigi 1535 yilina kadar uzanan dönem, Osmanli mimarisinin gelisme dönemidir. Bu dönemde camilerden baska; medrese, hamam, ticarî yapi, türbe, saray, kale ve köprüler yeni üslûblarla insâ edildi. Kurulan külliyelerle sehircilik alaninda yeni görüsler ve degerler ortaya kondu.

Bu dönemde merkez? kubbeli camilerin yaninda, tabhâneli (misâfirhâneli) camiler, tabhâneli cami özelligi gösteren camiler, tek kubbeli, çok kubbeli ve çati örtülü camiler insâ edildi.

Istanbul'un fethinden Mîmâr Sinan dönemine kadar insâ edilen medreseler, plân kuruluslari ile daha öncekilerin tekraridirlar. Yaygin olarak insâ edilen genis U plânli üç kanatli medreseler ve avlulari ile dikdörtgen bir plân kurulusu gösteren medreselerde umûmî olarak, kesme tas duvarlarla insâ edilmislerdir.

Bu dönemde, istanbul'da Fâtih Câmii'nin dis avlusunu dogudan ve batidan çevreleyen Semâniye medreseleri dörder yapi olarak ayni eksen üzerinde siralanmislar, revakli avlulari ile dikdörtgen plânli yapilar olarak insâ edilmislerdir.

Istanbul'un fethinden Mimar Sinan'a kadar gelen dönemde insâ edilen sehir hanlari ve bedestenlerde de daha önceki mîmârî özelliklere yer verilmistir, iki katli, kare veya dikdörtgen plânli, revakli avlulu sehir hanlari ve dista dükkanli bedestenler ayni esaslarla ancak belirli bir gelisme ile insâ edilmislerdir. Sehir hanlarinin üst kat revaklari kubbelidir. Avlu ortasinda ayaklar ve kemerler üzerinde yükselen, altinda, sadirvan bulunan mescid yer almistir. Ahirlarin bulundugu ikinci bir avlu da mevcûddur.

Bu dönemde insâ edilen türbeler ise, sekizgen plânli olup, alttadüz atkili, üstte hafif sivri kemerli pencereleriyle dikkat çekerler.

Ayri bölümler hâlinde incelenen tabhâneler, imaretler, dârüssifâlar ve kervansaraylar, külliyelere bagli yapilar olarak belirli plân kuruluslariyla insâ edilmisler, bir çok külliyede bu yapilara mektebler de ilâve edilmistir. Mahalle mescidleri, dârülhadîs, dârülkurrâ yapilari ve tekkeler de bu dönemde insâ edilen yapilardir. Köprüler ve kaleler kendi mimarî özelliklerini korumuslar; saraylar ise, belirli bir gelenege bagli olarak insâ edilmislerdir. Çesme ve sebiller de, cadde, sokak ve meydanlara yerlestirilmistir.

Bu dönemde meydana getirilen eserler, renkli sir teknigi ve sir altina boyama teknigindeki çinilerle süslenmistir. Agaç isleme san'ati gelismesini sürdürmüs, kündekârî teknigi ile yapilan eserler, oyma süslemeli sedef, baga ve fildisi kakma yüzeylerle yeni görünüsler kazanmistir.

Osmanli Devleti'nin, sinirlarinin en genis hududlara dayandigi, maddî ve manevî bütün sahalarda zirveye ulasildigi Kanunî Sultan Süleyman Han'in, 1535'den sonraki döneminde eserleriyle iftihar duydugumuz, medeniyet âlemine kazandirdigi eserlerle müslüman-Türk'ün dehâsini ortaya koyan büyük dâhi Mîmâr Sinan yetismistir. Mîmâr oldugu kadar, sosyal yardimlasma ve dayanismaya da önem veren, devamli olarak yenilikler pesinde kosan, basarili bir plânlamaci, dünyâsi gibi âhiretini de gözeten basiret sahibi ihlâsli bir müslüman 'olan Mîmâr Sinan, san'at degeri çok yüksek mîmârî eserler meydana getirdi. Kendisinden önce gelisen Osmanli mimarisini erisebilecegi en son noktaya çikartti.

Önce askerî meslege giren, burada zenberekçibasiliga kadar yükselen Mîmâr Sinan, gerek Yavuz Sultan Selîm'in, gerekse Kanunî Sultan Süleyman'in bütün seferlerine katildi. Bu seferlerde köprü kurma vb. maharetlerle çevresinin dikkatini çekti. Lütfi Pasa'nin sevkiyle Kânûniye tanitildi. Bu vezîrin sadrazamligi sirasinda 1539'da mîmârbasiliga getirildi. Devletin sinirlarinin uzandigi her yerde; Kirim, Macaristan, Budin, Yunanistan, Tirhala, Bulgaristan, Sofya, Sam ve Halep'te, Mekke-i mükerreme ile Mescid-i Haramda pek çok kiymetli eserler ortaya koydu. Camiler, mescidler, medreseler, türbeler, su yollari, kemerler, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaray ve saraylar insâ etti. istanbul disindaki eserlerinin tamâmina bas mîmâr olarak bizzat gidemediyse de nezâret için maiyyettndeki bir hassa mimarini gönderdi. Bu yapilar hep onun çizdigi plânlara göre yapildi. Mîmâr Sinan vücûda getirdigi eserlerinin çogunu pâdisâhlar, vezirler, pasalar, ilmiye mensûblari ve hanim sultanlarin siparisi üzerine yapti. Kanunî Sultan Süleyman, oglu sehzade Mehmed'in genç yasta vefat etmesi üzerine, çiraklik dönemi eseri olarak bilinen Sehzade Camii ve kül* üyesini yaptirdi. Mîmâr Sinan, Kanunî Sultan Süleyman'in sipârisiyle kalfalik eseri olarak Süleymâniye Camii ve 18 ayri binadan meydana gelen Süleymâniye külliyesini, Mekke-i mükerremede medrese, Sam'da cami ve imaret, Çorlu'da medrese ve imaret, Kefe'de hamam insâ etmistir. Kanunî Sultan Süleyman'in zevcesi Haseki Hurrem Sultan'in sipârisiyle bugünkü Haseki külliyesini yapti. Bu külliyede; cami, medrese, imaret, dârüssifâ, mekteb ve sadirvan yer almistir.

Sultan ikinci Selîm Han'in istegi üzerine ustalik dönemi eseri olan Edirne Selimiye Camii' ni ve külliyesini yapti. Mîmârlik târihinin en muhtesem eserlerinden biri olan Edirne Selîmiye Câmii'nden baska, Konya'nin Karapinar kazasinda bir cami ve hamam, Topkapi Sarayi'ndaki mutfak ve kiler mahzenlerini, sultan ikinci Selîm Han'm Ayasofya hazînesindeki türbesini de Mîmâr Sinan yapti.

Sultan üçüncü Murad Han'in padisahliginin ilk on yilinda da basmîmar olarak vazîfe gören Mîmâr Sinan, Pâdisâh'in emriyle Manisa'da bir külliye insâ etti. Muradiye Câmii'nin plânini çizdi, fakat yasi bir hayli ilerlediginden yerine hassa mîmârlarindan Mahmûd Aga'yi gönderdi, insâati bu zât baslattiysa da, vefati üzerine yerine tâyin edilen Mehmed adli baska bir mîmâr tarafindan tamamlandi.

Üç pâdisâh devrinde mimarbasi olarak vazîfe yapan Mîmâr Sinan'a; Lütfi Pasa, Dâmâd Rüstem Pasa, Kara Ahmed Pasa, Semiz Ali Pasa, Sokullu Mehmed Pasa, Hadim Mesih Pasa, Ferhad Pasa, Siyavus Pasa gibi veziriazamlar; Haseki Hurrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbânû Sultan, Sah Sultan gibi hanim sultanlar; vezirler, pasalar, ilmiye mensûblari ve seyhler, kalemiye mensûblari (nisanci ve defterdarlar), saray vazifelileri ve diger sahislar tarafindan pek çok mîmârî eserler yaptirilmistir. Tezkîretülebniye adli eserde Mîmâr Sinan'in bütün eserlerinin 364 oldugu zikredilmistir. Büyük bir kismi istanbul'da olan bu eserlerinden 84'ü cami, 52'si mescid, 57'si medrese, 7'si dârülkurrâ, 20' si türbe, 17'si imaret, 3'ü dârüssifâ, 5'i su yolu, 8'i köprü, 20'si kervansaray, 36'si saray, 8'i mahzen, 48'i hamamdir.

Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde Mîmâr Sinan'la baslayan mîmârî hamle, sonraki asirda da devam eni. Üsküdar'da Vâlidei Atik Camii ve üçüncü Murâd Han'in validesi Nurbânû Sultan tarafindan cami, medrese, dârülhadîs, dârülkurrâ, hastahâne, imaret, misafirhane, ilk mektebve çesme yaptirildi. Mîmâr Dâvûd, Mîmâr Dalgiç Ahmed Aga'dan baska, Mîmâr Sedefkâr Mehmed Aga yetisti. Dalgiç Ahmed Aga' dan bos kalan hassa mîmârbasiligina, 11 Ekim 1605'de getirilen Sedefkâr Mehmed Aga, sultan birinci Ahmed Han'm iltifatina kavustu. Sultan birinci Ahmed Han yaptirmak istedigi muhtesem camiyi insâ etmekle, Sedefkâr Mehmed Aga'yi vazifelendirdi. Sultanahmed Câmii'nin insâatini yedi senede tamamlayan Mehmed Aga bu sirada bir çok yapinin insâsini devam ettirdi. Camiye bitisik kasri hümâyûn, hastahâne, türbe, han, mekteb, sebil, odalar ve dükkanlar sultan birinci Ahmed Han tarafindan insâ ettirildi. Caminin süslemesinde mavi çiniler kullanildi.

Mîmâr Dâvûd tarafindan 1598' de temeli atilan sultan üçüncü Mehmed Han'm annesi Safiye Sultan tarafindan Eminönü'nde yaptirilacak olan Yeni Câmii'nin insâsi on yedinci yüzyilin ortasinda sultan dördüncü Mehmed' in annesi Hatice Turhan Sultan tarafindan tamamlatildi. Valide Camii de denilen bu caminin bütün yazilarini meshur hattatlardan Tenekecizâde ibrahim Efendi yazdi. Caminin çinileri ise iznik' de yapildi.

On yedinci asir baslarindan itibaren, klâsik Osmanli mimarisi, Mîmâr Sinan mektebinden ayrilmaya basladi. Bu farkliliklar Sultanahmed Câmii'nde kendisini gösterdi. On sekizinci yüzyilda ise, Mîmâr Sinan tarzindaki sadelikten uzaklasip, Selçuk ve Iran mimarilerinde oldugu gibi, devrin zevkine göre gül, lâle, kâse içinde yemisler yapilmak suretiyle süslü bir sekle yer verildi. Topkapi Sarayi Bâbi hümâyûn karsisindaki sultan üçüncü Ahmed çesmesi ve sebili ile Azapkapi ve Bereketzâde çesmeleri, Tophane' de ve Üsküdar iskele meydanindaki çesmeler bu asirdaki yeni tarz Osmanli mimarisinin önde gelen eserleridir.

On sekizinci asirda baslayan garblilasma hareketleri neticesinde Osmanli mimarisinde de garba yönelis basgösterdi. Bu asir ortalarindan Itibaren Avrupa' daki Barok mimarisine âid eserler, Osmanli mimarisinde de görülmeye basladi. Fakat Osmanli mimarlari tamamen Avrupalilari taklid etmeyip millî bünyeden de ilâveler yaptilar.

Barok mîmârî tarzina göre yapilan ve 1756'da açilan Nûri Osmaniye Camii, 1763'de sultan üçüncü Mustafa Han tarafindan insâ ettirilen Lâleli Camii, Üsküdar'daki Ayazma Camii, Sultan birinci Abdülhamîd Han tarafindan yaptirilan Beylerbeyi Camii bu yeni üslûbun özelligini tasirlar. Evvelce birinci Abdülhamîd imaretinin kösesinde iken, oraya vakif haninin yapilmasi üzerine Sogukçesme'de Gülhâne Parki kapisinin karsisina yapilmis olan sebil ve çesme, Aydin'daki Cihanoglu Camii, Yozgat'daki Çapanoglu Camii ve Gülsehir Kara Vezir Camii de Barok usûlünde yapilan eserlerdendir.

On dokuzuncu yüzyilin basinda sultan üçüncü Selîm Han tarafindan Nizâm-i cedîd askeri için Üsküdar'da Selimiye kislasi ve camii yaptirildi. Selimiye'nin önemi en basta subay lojmanlarindan meydana gelen bir sitesi, hamami, dükkanlari, sibyan mektebi, kütüphanesi ve matbaasiyla birlikte yapilmis olmasindadir. Bu yüzyilda dînî yapilarin yaninda, askeri ve sivil yapilarda da önemli bir artis kaydedilmistir. Kislalar, hastahâneler, saraylar ve zarîf köskler insâ edilmistir. Sultan üçüncü Selîm'in kiz kardesi Hadîce Sultan'in Defterdârburnu' nda insâ ettirdigi saray, on dokuzuncu yüzyil basinda meydana getirilen eserlerdendir.

Tanzimat'la her sahada oldugu gibi, mîmârîde de batililasma iyice belirginlesmis, daha önceki devirlerdeki hassa mimarlari ocaginin yerine kurulan Ebniye-i hassa müdürlügü, Umûr-i ticâret ve nâfia nezâretine baglanmistir. Ebniye nizâmnâmesi düzenlenerek îmâr isleri yeni bâzi esaslara baglandi. Hassa mimarlari ocagi kapatildigi ve mîmârlik egitimine önem verilmedigi için bu asirda yeni ve büyük mîmârlar yetismedi. Büyük ve önemli yapi yatirimlarinin meslekî hizmetleri, bir kismi kendiliginden istanbul'a gelmis, bir kismi da çagrilmis olan yabanci mîmârlar veya yabanci ülkelerde egitim görmüs gayri müslim mîmârlar tarafindan yürütüldü. Mühendislik ve mîmârlik alaninda ortaya çikan teknolojik gelismelerin, yeni malzeme kullanimlarinin, yeni yaklasim ve düsüncelerin belirdigi 19. yüzyil sonunda sultan ikinci Abdülhamîd Han tarafindan mîmâr yetistirmek için Sanâyii Nefise mektebi (Güzel san'atlar akademisi) açildiysa da, Avrupa'yi taklidden öteye gidemeyen bu müesseseden de mîmâr yetismedi.

On dokuzuncu yüzyilda; Gümüssüyü kislasi ve Silâhhânesi, Mecidiye kislasi (Taskisla), Taksim Topçu Numune alayi kislasi; köy ve mahallelerde sibyan (ibtidâî); kasabalarda, rüsdiye; büyük kasabalarda idâdî; vilâyet merkezlerinde sultanî mektebleri ve darülfünun ile harbiye veya kuleli gibi askerî okullar yapildi. Sultan Abdülhamîd Han'm annesi Bezmi Âlem Valide Sultan 1843' de Yenibahçe'de Bezmi Âlem Gurâbâi müslimîn Hastahânesi' ni yaptirdi.

1843'de Yildiz Parki girisinde Mecîdiye Camii, 1853'de Dolmabahçe Camii, ayni yil Ortaköy Camii, 1870'dePertevniyal Valide Sultan Camii yapildi. Eskiye nisbetle daha küçük plânda yapilan camilerde tek kubbeli ve kare plânli ibâdet yerinin yaninda, Cuma selâmligi ve bunun gerektirdigi kalabalik maiyyet için hünkâr mahfeli ayn bir bölüm olarak ilâve edildi.

On dokuzuncu yüzyilda yapilan saraylar, Osmanli mimarisinin son yapilaridir. Dolmabahçe sarayi, Yildiz sarayi, Cemile ve Münîre Sultan saraylari, Göksu kasn, Beylerbeyi sarayi, Çiragan sarayi, Kalender kasri gibi saraylarin büyük kismi Bogaziçi kiyilarinda insâ edilmistir. Ihlamur köskleri, Çaglayan (Kâgithane) kasri, Alemdag köskü gibi yapilar ise, sayfiye ve mesîre yerlerinde yazlik olarak yapilmislardir.

Osmanli Devleti'nin son yillarinda tamamen Avrupalilarin insiyâtifine terk edilen. Osmanli mimarisinde bâzi resmî devlet binalari vücûda getirildi. Haydar Pasa Gari ve istanbul'daki Büyük Postahâne bu dönemde insâ edildi. Bu asirda ortaya çikan betonarme insâ tarzi mimarlikta yeni bir çigir açti. Bu sebeple fazla katli binalar yapilmaya baslandi.

Böylece kendinden önceki islâm ve Türk mimarisini sentez yaparak gelisen, kendine has üslûb ve plânlar ortaya koyarak ziryeye ulasan Osmanli mimarisi, on sekizinci ve on dokuzuncu asirlarda Avrupa mimarisinin te' sirinde kalarak, kendi üslûbundan uzaklasmis, tamâmin Avrupaîleserek Osmanli Devleti'nin yikilisiyla son bulmustur.

Osmanlılarda Astronomi

Gönderen BlogMan 0 yorum


Osmanlılarda Astronomi
Osmanlılardaki astronomi, İslam dünyasında daha önce var olan astronominin devamıdır. İlmî anlamda, İslam astronomi tarihi Abbâsiler'in başlarında 800 yılına doğru Sanskritçe'den tercüme edilen Sindhanta, Yunanca'dan tercüme edilen Pitolemeos'un el-Mecastî'sı ile başlamıştır. Memun zamanında (819-833) Rasathanelerin kurulmasıyla gözlemler yapılmaya başlanmış, astronomi sahasında orijinal eserler ortaya konmuştur. Gözlem yapan âlimler arasında cebir ilminin kurucusu el-Harezmî (ölm. 850 civan) ile Habeş el-Hâsib (ölm 840 cıvan) vardır Bundan sonra, el-Bettânî (ölm. 920) zamanında, Bûveyhilerde, Fâtımîler'de, Selçuklular'da, Endülüs Emevileri'nde, İlhanlılar ve Timurlular zamanlarında çeşitli rasathaneler kurulup gözlemler yapılmış, astronomi ilmi devamlı gelişerek yeni kitaplar yazılmıştır.


Yalnız, tıp, matematik, fizik konularında olduğu gibi, İslâm âlimleri astronomi ilminin yönünü değiştirecek teoriler ortaya atamamışlardır. Çalışmaları daha çok pratik ağırlıklı olmuştur. İlme hizmetlerini bu konularda yapmışlardır Genel astronomi yanında, astronomi âletlerine, vakitlerin ayinine dâir eser çok yazılmıştır Bunda dînî bir kaygı da vardı. Pratik astronomiye dînî muhitler sempatiyle bakıyorlardı. Diğer taraftan İslâm dünyasında astronomi ile uğraşanlar Psagor ve Eflatun'un güneş merkezli sistemini benimsememişler, Aristo ve Batlamyus'un Dünya merkezli sistemini benimsemişlerdir. Matematik ilmini ve gözlemleri astronomide daha çok kullanmışlardır. Cisimlerin birbirini çekmesi konusunda İslam âlimlerinden İbn el-Fakîh. İbn Sîna, İdrisî, İbn Zunbul bazı Yunan düşünürlerinin fikirlerini tekrarlamışlardır.


Osmanlı Devleti kurulduğu sırada, İlhanlılar devrinde kurulan Merağa Astronomi Ekolu'nün tesiri zirvedeydi Nasîruddîn el-Tûsî (ölm. 1274) ve etrafındaki astronomlar gözlemler yapıp Zîc-i İlhani'yi hazırlamışlar, astronomi ile ilgili çok sayıda kitap yazmışlardı Diğer taraftan XIV yüzyılda Şam bölgesinde yaşayan İbn el-Şâtır (ölm. Î375) ve arkadaşlarının temsil ettiği başka bir ekol de vardı Bu ekol el-Mizzî (ölm. 1349), İbn el-Mecdî (ölm. 1447), Abdülazîz el-Vefâî (ölm 1469), Sıbt el-Mardînî (ölm. 1506), Muhammed b. Ebi'l-Feth el-Süfi (ölm. 1536) gibi âlimlerle Osmanlılar'ın Şam ve Mısır'ı ele geçirmelerine kadar devam edecektir.


Osmanlılar devrinde astronomi ile uğraşan ilk âlimler XV yüzyılın başlarında yaşamışlardır. Bunlar doğu astronomisinin temsilcileridir Avrupa astronomisinin ilk etkileri ise ancak XVI. yüzyılın ortalarında hissedilmeye başlar XV yüzyıl başında Ahmed-i Dâî (1421'de sağ), Nasîruddın el-Tûsî'nın takvimle ilgili iki risalesini Türkçe'ye çevirmiştir Bunlardan Si fasl tercümesine kendi de bazı ilâveler yapmıştır. Aynı sıralarda Abdülvâcid el-Kütâhî ise Si fasl'a Arapça şerh yazmıştır Hasan b Ali el-Komanatî (ölm. 1429 civan) el-Buzcânî Zici'ni şerhetmiştir BU zamanda yaşayan en büyük Osmanlı-Türk astronomu ise Kadı-zâde el-Rûmî (ölm. 1532 cıvan)'dir. Bu zat Bursa'da doğmuş, tahsilini tamamlamak için doğuya gitmiş, Semerkand'ta Uluğbey ile tanışmış, onun kurduğu medresede ders vermiştir Uluğbey Semerkand Rasathanesi'ni kurunca bu müessesede çalışan astronomlar arasında Kadı-zâde (ölm. 1435 cıvan) de vardı. Rasathane'nin birinci müdürü Gıyâseddin Cemşid el-Kâşî ölünce, onun yerine rasathane müdürlüğüne getirilmiştir. Uluğbey Zicı tamamlanmadan Kadı-zâde dahi ölmüş, rasathane müdürlüğüne Ali Kuşçu (ölm. 1474) getirilmiştir. Ali Kuşçu zamanında rasatlar tamamlanmış, Uluğbey Zici'ne son şekli verilmiştir. Bundan sonra Uluğbey Zici'nin etkisi hızla yayılmıştır Takvim çıkarmada bu zic kullanılmaya başlanmıştır. Kadı-zâde el-Mecastî, el-Mülehhas fıyl-hey'e. el-Tezkiret el-nasîriyye adlı astronomi kitaplarını şerhetmiştir. Çağmînî (ölm 1220 civarı)'nin el-Mülahhas fiyl-hey'e'si üzerine yazdığı şerh Osmanlılar devrinde en çok okunan astronomi kitaplarındandır.


Uluğbey'in 1453 yılında öldürülmesinden sonra Ali Kuşçu önce Tebriz'e Uzun Hasan'ın yanına gitti. 1570 yılı civarında ise Fâtih'in daveti üzerine İstanbul'a geldi. 1574 yılında İstanbul'da öldü. Uluğbey Zici 'ni hazırlayanlar arasında bulunan Ali Kuşçu, aynı zamanda bu zici şerh etti.Çok yönlü bir âlimdi. Astronomi ve matematik konularında başka kitaplar yazdı. Bunlar arasında Risale der ilm-i hey'et ile el-Fethiye önemlidir. Bu iki eser Osmanlılar devrinde en çok okunan astronomi kitaplarındandır Ali Kuşçu'nun pek çok talebesi vardır Bunlar arasında torunu Mirim Çelebi (ölm. 1525) ile Fethullah el-Şirvânî (ölm.1486} en meşhurlarıdır. Mirim Çelebi astronomiye dâir çok sayıda kitap yazmıştır. Bu arada astronomi ile uğraşan pek çok kişi çıkmış, çeşitli kitaplar yazmışlardır.

Yavuz Sultan Selim, Şam ve Mısır bölgelerini 1517 yılında fethedince bu bölgelerde yaşayan astronomlar da Osmanlı sahasına girmişlerdir. Bundan sonra, Merağa Ekolü yanında Şam-Mısır Ekolü'nün ağırlığı da hissedilmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti'nde astronomi ilminin merkezleri İstanbul ve Kahire olmuştur. Meşhur astronom Takıyüddin el-Râsıd (ölm. 1585) Şamlıdır. İstanbul'a gelmeden önce Şam ve Mısır'da tahsilini tamamlamış, çeşitli görevlerde bulunmuştur. En meşhur hocası Muhammed b. Ebiyl-Feth el-Sûfî'dir. Takiyüddin gençliğinde babasıyla İstanbul'a gelmiş, buradaki çeşitli âlimlerle tanışmış, Semiz Ali Paşa'nın saat koleksiyonundan faydalanmıştır. Daha sonra mekanik saatler üzerine önemli bir eser yazmıştır İstanbul'dan Şam'a dönen Takiyüddin Filistin'de, Mısır'da kadılık ve müderrislik görevlerinde bulunduktan sonra 1570 yılı civarında tekrar İstanbul'a gelmiştir. Bu sırada Müneccimbaşı olan Mustafa b. Ali el- Muvakkıt'in 1571 yılında ölmesi üzerine Müneccimbaşı tâyin edilmiştir. Sadrazam Sokulu Mehmet Paşa ve Hoca Sadeddin Efendi'nin desteğiyle rasad (gözlem)'lar yapmaya karar vermiştir Önce Galata'da geçici bir yerde başlayan bu çalışmalar III. Murat devrinde 1575 yılı civarında Dar el-Rasad el-Cedid el-Sultani'nin yapılmasıyla düzenli hale getirilmiştir. Bu gözlemlerden maksat Uluğbey Zici'ndeki hataları düzelterek yeni bir zic hazırlamaktı. Takiyüddin'in yanında İranlı, İstanbullu astronomlar da bulunmaktaydı. O zamana göre gelişmiş gözlem âletleri yapılmıştı. Belki bu âletleri yaparken Avrupa'daki örneklerinden de faydalanılmıştır. Bu âletler arasında zât el-halak (armila zodiak), kadran (müral kadran), zât el-semt veyl-irtifâ (azimuthal semicircle), zât el-şu beteyn (triquetrum), rub-i mistar, zat d-sükbeteyn (dipostra), zâtül evtar el-müşebbehe biyl-menâtık (sextant), astrolab, rub el-müceyyeb rub el-mukantarat bulunmaktaydı. Fakat onun bu gözlemleri ancak birkaç yıl devam etmiş çekemeyenlerin ve ilmin değerini anlamayan cahillerin aleyhte propagandaları sebebiyle 1587 yılında, uğursuzluk getireceği düşüncesiyle, rasathanenin topa tutularak yıkılmasıyla sona ermiştir. Osmanlı Devleti'nde bundan sonra rasathane ancak 300 yıl sonra Rasadhane-i Amire adıyla Beyoğlu'nda 1867 yılında kurulmuş, müdürlüğüne Aristede Coumnbary (ölm. 1895) getirilmiştir. Daha sonra, rasathanenin müdürlüğüne Salih Zeki (ölm. 1921) ve Fatin Gökmen (ölm. 1955) getirilmiştir. Fatin Gökmen zamanında Kandilli Rasathanesi kurulmuştur.

Takiyüddin el-Râsıd çalışmalarını Cerîdet el-dürer ve harîdet el-fiker, Sidretü münteha'l-efkar el-Zîc el-şehinşâhî adlı eserlerinde ortaya koymuştur. Fakat, onun bu zicleri astronomlar ve takvim yapanlar tarafından fazla kullanılmamıştır. Yine Uluğbey Zici 'ne göre takvimler yapılmaya devam edilmiştir. XX yüzyılın ikinci yansında Takiyüddin el-Râsıd ve eserleri üzerinde çalışmalar çoğalmıştır. Bilhassa, Sevim Tekeli ve Aydın Sayılı (ölm.1993)'nın çalışmalarıyla onun faaliyetinin orijinalliği ve değeri ortaya konmuştur. Kitaplarının metinlerinin büyük kısmı neşredilmeyi beklemektedir. Takiyüddin'in soyu hakkında çok şeyler söylenmiştir. Hatta Yahudiler'le ilişkisi olduğu dahi ortaya atılmıştır. Bir kitabında kendisi tarafından verilen soy kütüğüne dayanarak yaptığımız bir araştırmada Türk soyundan geldiği kesin olarak ortaya konmuştur. (Erdem Dergisi, cilt 4, sayfa 10, Ankara 1988, s. 165-180). Nisbelerinden birinin Sahyuni olması ise uzak atalarından Nâsiruddin Menküpars'ın Sahyun Kalesi sahibi olması ve İstanbul'da dedelerinin bu kalede oturması dolayısıyladır.

Takiyüddin zamanında Mısır'da ve İstanbul'da başka önemli astronomi alimleri de yetişmiş ve önemli kitaplar yazmışlardır. Astronomi sahasında 17. yüzyılda kitap yazanların en önemlisi Bahâeddin el-Âmilî (ölm. 1622)'dir. Bu zat matematik ve astronomi sahalarında yazdığı iki ders kitabıyla, o zamana kadar İslam dünyasında varolan astronomi ve matematik bilgilerini özetlemiştir. Aslen Lübnan'daki Cebel-i Âmile'den olan âlim ömrünün büyük kısmını İran'da Safavîlerin yanında geçirmiştir. Matematik sahasında Hulasat el-hisab, astronomi sahasında Teşrih el-eflak adlı eserlerini yazmıştır. Bu iki kitap bundan sonra medreselerde temel kitap olmuş, üzerlerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır. Ancak, XVIII. y.y.. sonunda modern ilme geçilmeye başlanmasıyla bu kitaplar üzerinde çalışma azalmıştır.

Bu arada, ruby el-müceyyeb, ruby el-mukantarat, usturlab konularında pek çok eser yazılmıştır. Zicler'e ve bu âletlere önem verilmesi takvim çıkarmaya yaradıkları içindir. Bayramların, ramazan imsakiyesinin, namaz ve hac vakitlerinin tâyini dinî bakımdan çok önemliydi. Din âlimleri astronomiye bu açıdan bakıyorlardı. Camilerde muvakkıthaneler (vakit tâyini yapılan yerler) vardı. Astronomi ile uğraşanlar genellikle buralarda çalışıyorlardı. Ve müneccimbaşıya bağlıydılar. Müneccimbaşının görevlerinden biri de yıldızlara bakıp uğurlu ve uğursuz zamanları tâyin edip padişaha ve devlet adamlarına bildirmekti. Bunun için takvim, astroloji konularında pek çok kitap yazılmıştır. Bunların ilmî değerleri pek yoktur. Yalnız Osmanlılar zamanında vakit tâyini için hesap cetvelleri gibi kolay metotlar ortaya koymuşlardır. XVII-XVIII. asırlarda Mısır'da ve İstanbul'da astronomi ile uğraşan âlimler çıkmaya devam etmiş, değerli eserler yazmışlardır. Bunlar arasında Rıdvan el-Felekî, Hasan el-Cebertî, Salih el-Mimârî, Cınârî İsmail Efendi'nin adlarını burada iletmek gerekir. Bu arada, Uluğbey Zici birkaç defa Türkçe'ye ve Arapçaya tercüme edilmiştir. Türkçe'ye iki tercümesi vardır. Biri XVII yüzyıl ortalarında adı bilinmeyen biri tarafından yapmıştır. İkincisi yine aynı asır sonlarında. Kahire Azaplar Ocağı Ağası Hasan Efendi'nin teşvikiyle Abdurrahman b. Osman tarafından yapılmıştır. Bu tercümede sarayda II. Beyazıt koleksiyonunda bulunan orijinal nüsha kullanılmıştır. Meşhur tabiplerden Abbas Vesim Efendi( ölm. 1760) bu eseri şerhetmiştır.

Diğer bir önemli nokta ise XVI. yüzyıl başından itibaren astronomi ile ilgili Türkçe kitapların çoğalmaya başlamasıdır. Meselâ, bu asırda yaşayan Muhammed b Kâtıb Sinan'ın 13 eserinden altısı, Mustafa b. Ali el-Muvakkıt'in 22 eserinden 19'u, Şeydi Ali Reis'in 6 eserinin hepsi ' Türkçe'dir. Bundan sonra Türkçe eser sayısı hızla artacaktır.

Bu arada folklorik ve dînî bilgilerden faydalanılarak birkaç astronomi kitabı yazılmıştır. Bunlar İbrahim el-Karamânî (ölm. 1664)'nin Risale fıyl-heyye âlâ tariki Ehl el-sünne veyl-cemâa adlı eseri, bunun Nazmî-zâde Murtaza (ölm. 1723) tarafından yapılan Türkçe tercümesi ve İbrahim Hakkı Erzurûmî'nin Marifetnâme'sine aldığı bilgilerdir. Bunlar hadislere, folklora dayanır, ilmî değerleri yoktur.

Bu arada geleneksel astronomi sahasında eserler yazarken Osmanlı âlimleri XVI. yüzyıldan itibaren az da olsa Batı'daki gelişmelerden haberdar olmaya başlamışlardır. Pîrî Reis coğrafya ve harita bilgilerinde, Takiyüddin mekanik saatler konusunda Batı'daki gelişmelerden büyük miktarda faydalanmışlardı. XVII. yüzyılda ise Kâtib Çelebi tarafından Atlas Minör, Ebu Bekr b. Behram tarafından Atlas Majör tercüme edilmişlerdir. Bu arada, Batı'da astronomi sahasında devrim yapan Kopernik, Galileo, Kepler ve Newton'un çalışmaları Osmanlı astronomlarının dikkati çekmemiştir. Buna karşılık pratik astronomi ile ilgili çalışmalar daha çok ilgi uyandırmıştır Bu sebeple, Noel Duret (ölm. 1650 civarı)'in Astronomik tabloları (zici) Zigetvarlı Tezkireci Köse İbrahim tarafından 1670'li yıllarda adabtasiyon şeklinde Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Bu eserin, mukaddimesinde Avrupa'daki astronomi çalışmalarından, bu arada Kopernik'ten bahsedilmekte fakat sisteminden hiç söz edilmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Duret zici tercümesi hiç bir yankı uyandırmamıştır. Yine Uluğbey Zici'ne göre takvim yapılmaya devam edilmiştir. XVIII. yüzyıl başında İbrahim Müteferrika, Hollandalı astronom Andreas Cellanus'un Atlas Collesis adlı kitabını Mecmûtı el-heyyet el-kadîme veyl-cedîde adıyla Türkçe'ye çevirmiştir Bu eserde ve Cihanüma'ya yazdığı zeyl'de Müteferrika yeni astronomiden kısaca bahseder. 1760 yılı civarında Belgrat tercümanı Osman b. Abdülmennan, Köprülü Hafız Ahmet Paşa'nın teşvikiyle Bernhand Varenius (ölm. I676)'un Coğrafya'sını adabtasiyon şeklinde tercüme etmiştir. Bu eserde Kopernik sisteminin bir şeması verilmekte, "Akla daha uygun olmasına rağmen, bu sistemin dini kitaplara uymadığı, dînî kitaplardaki bilginin tercih edildiği" söylenmektedir.

Bundan biraz sonra Halife-zâde Çınarî İsmail Efendi (ölm. 1790) Alexis-Claude Clairant (ölm. 1765) ile Jacques Cassini (ölm. 1756)'nin astronomik tablolarını 1767, 1772 yıllarında Türkçe'ye tercüme etti. Bunlardan Tuhfe-i behîc-i rasînî tercüme-i Zic-i Kasini adını taşıyan Cassini Zici önemlidir. Çınârî İsmail Efendi bu tercümenin giriş kısmında Logaritma cetvellerini de tercüme etmiştir. Astronomi hesaplarını kolaylaştırmıştır. Cassini zici tercümesi büyük rağbet görmüş, 1800 yılında III. Selim'in emriyle takvimler bu zice göre tertip edilmeye başlanmış, Uluğbey zici terkedilmiştir Cassini zici Arapçaya da tercüme edilmiştir. Ardından 1829 yılında Jeröme Lalande (ölm 1807)'nin Tables astronomigues adlı eseri (zici) müneccimbaşı yardımcısı Hüseyin Hüsnü (ölm 1829) tarafından 1826 yılında Türkçe'ye çevrildi Bu zic, Cassini zici 'nden daha doğruydu. Hekimbaşı Mustafa Behçet ile Hüseyin Hüsnü, Cassini Zic'nde hatalar olduğuna, Lalande zici 'nin daha doğru olduğuna dâir bir rapor hazırlayıp II. Mahmut'a sundular. Padişah'ın emriyle takvimler 1829 yılından itibaren Lalande zici'ne göre yapılmaya başlandı. Aynı sıralarda Hoca İshak Efendi (ölm. 1836) Mecmua-i ulûm-i riyaziye adlı eserinde Kopernik sistemini, yeni astronomiyi detaylarıyla açıklıyordu. XIX. asrın ilk yarısının sonlarında eski astronomi ihmal ediliyor, yeni astronomi kabul ediliyordu Bununla beraber, XX. yüzyıl başına kadar eski astronomi konusunda kitaplar yazılacaktır. Bundan sonraki çalışmalar ise bilim tarihi şeklindedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Osmanlılar her zaman astronomi sahasında âlimler çıkarmışlar, dünyadaki gelişmelerle az çok ilgilenmişlerdir. Bütün bilimler ve edebi alanlarda olduğu gibi, Osmanlılar devrinde astronomi sahasında koyu karanlık bir devir yaşanmamıştır. Bilimsel gelenek devam etmiştir. Cumhuriyet devrine girerken her konuda olduğu gibi, modern gelişmelerin çoğu benimsenmiş, astronomi sahasında Salih Zeki, Fatin Gökmen gibi dünyadaki gelişmeleri takip edebilecek şahsiyetler yetişmiştir

Osmalıda Tıp

Gönderen BlogMan 0 yorum


Tıp Dersleri
Osmanlı Türkleri diğer ilmî müesseselerde olduğu gibi sıhhî müesseseler açmak ve sıhhî işlerle meşgul olanları himaye etmek suretiyle sağlık işlerine ehemmiyet vermişler ve dışardan gelmiş olan tabibleri teşvik eylemişlerdir; meselâ Geredeli İshak bin Murad ile Amasya hastahânesi başhekimi Sabuncuoğlu Şerefeddin ve Candaroğlu İsmail Bey'in himayesinde yetişerek sonra II. Sultan Murad adına 841 H. 1437 M.'de Zahîre-i Muradiye isimli Türkçe ayrıntılı bir tıp kitabı yazmış olan Sinoplu Mümin bunlardandır.

873 H. 1468 M. de Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin bin Ali bin Hacı İlyas'ın okuduğu kitaplarla tecrübelerine dayanarak 17 bab üzerine telif ettiği tıp kitabı dahilî ve haricî tedavi yollarını göstermektedir. Keza şair Ahmedî'nin kaleme aldığı Tervihü'l-ervah isimli tıp kitabı XV. yüzyıl ortalarına doğru yazılmıştır.

Osmanlı devleti hariçten kendisine iltica eden veya herhangi bir suretle gelen tabiblere de fazlasıyla hüsn-i kabul göstermiştir; meselâ Timurlulardan Ebu Saîd'in tabibi Kutbeddin Ahmed (vefatı 903 H. 1497 M.) efendisinin, Uzun Hasan'a esir düşüp, katlinden sonra (1469 M.) Osmanlıların yanına gelmiş ve kendisine büyük bir teveccüh eseri olarak yevmî 500 akçe üzerinden maaş tahsis edilmiş ve bundan başka her ay 20.000 akçe gibi yüksek bir para verilmiştir; bu rağbet dışarıdan bir hayli tabibin gelmesine vesile olmuştu ki Şirvanlı hekim Şükrullah, Hoca Ataullah, Hekim Lârî, Hekim Arap, Tebrizli Kemal bu suretle gelip yerlermişlerdir; bunlardan Hekim Arap, Rumeli'de uç beylerinden meşhur İshak Bey oğlu İsa Bey'in özel doktoru olup Fatih Sultan Mehmed bunun ustalığını duyduğu için yanına çağırtıp alıkoymuştur.

Bu tabiplerden başka tıpla meşgul olan Altunîzade (vefatı XV. yüzyıl sonları ) aynı zamanda operatörlük yapabilecek kudrette idi; bunun idrar darlığı sebebiyle kendi hocasına sonda ameliyatı yaparak muvaffak olduğunu Şakayik yazıyor.

İzmitli Muhyiddin Mehmed (vefatı 910 H. 1504 M.) Amasyalı Tabib Mehmed bin Lutfullah ve Hacı Hekim (vefatı 913 H. 1507 M.)Kaysunîzade Bedreddin (vefatı 920 H. 1514 M.) Sinaneddin Yusuf (vefatı 951 H. 1544 M.) lügatten Bahrü'l-garâib ve Tıptan Kasımiyye müellifi Amasyalı Halimî (vefatı 882 H. 1478 M. den sonra) tıb, riyaziye ve edebiyatta şöhreti olup Teshîl adlı eserini yazan Perviz Abdullah (vefatı 978 H. 1570 M.) ve Tabib Tebrizli Kemal'in oğlu olup mesanedeki taşlara dair Türkçe bir eser yazmış olan Ahi Ahmed Çelebi (vefatı 930 H. 1523 M.) bu tarihlerde yetişmiş olan belli başlı tabiblerdendi; bunlardan Muhyiddin Mehmed, Hacı Hekim, Kaysunîzâde ile Sinaneddin Yusuf ve Ahi Çelebi hekimbaşılıkta bulunmuşlardır.

Yukarıda adı geçen âlimlerden Mehmed bin Lütfullah'ın II. Bayezid'in oğlu Amasya valisi Şehzade Ahmed adına müfredat-ı tıb tarzında Arapça bir eseriyle kendisini himaye eden Müeyyedzade Abdurrahman Efendi namına da yine Arapça 17 fasıl üzerine mafsal hastalıklarına dâir diğer bir eseri vardır. 911 H. 1505 M. de Cerrah İbrahim tarafından Yunanca aslından tercüme edilmiş olan Alâim-i Cerrahîn ve 967 H. 1559 M.'de vefat eden İlyas bin İsa'nın Müfredat isimli eserleri de XVI. yüzyılın ilk yarısına aittir; ulemadan Atufî Hayreddin'in de (vefatı 948 H. 1541 M.) Hıfzü'l-ebdan isimli bir eseri vardır.




EĞİTİM, ÖĞRETİM, BİLİM VE SANAT

1. Eğitim ve Öğretim:

Osmanlı Devleti’nde eğitim ve öğretimin temelini medreseler oluştururdu.

* İlk medrese Orhan Bey döneminde İznik’te açılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde eğitim öğretim başlıca üç grupta ele alınıyordu.

a) Sıbyan (çocuk) Mektepleri: Günümüzdeki ilkokulların karşılığıdır.

b) Medreseler

c) Enderun Mektebi


2.Bilim:

a) Dil ve Edebiyat: Kuruluş devrinde edebiyat ve bilim eserleri arı bir Türkçe ile yazılmıştır.

Yükselme döneminde sınırlar genişleyince Arapça ve Farsça’dan dilimize pek çok kelime alınmıştır.Türkçe’nin bu gelişmiş haline Osmanlıca denilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde edebiyat Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı olmak üzere ikiye ayrılırdı.

19. Yüzyıldan itibaren edebiyatta önemli gelişmeler olmuştur. Bu dönemde edebiyat Batı’nın etkisi altına girmiştir. Şinasi ve Tevfik Fikret, Namık Kemal, Ömer Seyfettin Batı tarzında eserler yazmışlardır.

b.)Tarih ve Coğrafya: Osmanlı Devleti’nde 15.yy’ın ikinci yarısından itibaren tarih kitapları yazılmaya başlanmıştır.

* Padişahların görevlendirdiği resmi tarih yazıcılarına Vakanüvist veya Şehnameci denirdi.

* Hoca Saadettin Efendi padişah tarafından görevlendirilen ilk resmi tarihçidir.

* Coğrafya alanında en önemli eseri Pîri Reis Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) adlı eseriyle ortaya koydu.Aynı zamanda 16.yy’da çizdiği Dünya haritası, Dünya’daki ilk doğru Dünya haritası oldu. Çeşitli ülkeleri tanıtan Seydi Ali Reis’in yazdığı Mirat’ül Memalik (Ülkelerin Aynası) ve Kâtip Çelebi tarafından yazılan Cihannüma (Dünya Coğrafyası) ve Evliya Çelebi tarafından yazılan Seyahatname, Osmanlı Devleti’nde yazılmış olan önemli coğrafya kitaplarıdır.
SANAT

a) Mimari: Osmanlı Devleti’nde en çok gelişen sanat dalı mimari idi. Kuruluş döneminde Selçuklu ve Bizans Mimarisinin etkisi görülür.

Camiler, medereseler, hanlar, hamamlar, saraylar ve türbeler en çok yapılan mimari eserlerdir. Mimar Sinan Osmanlı Devleti’nde tanınmış en önemli mimardır. 315 tane eser meydana getirmiştir. İstanbul’daki Süleymaniye ve Şehzadebaşı camileri ile Edirne’deki Selimiye camileri Mimar Sinan’ın eserlerindendir.

18.yy’da mimaride İran ve Avrupa’nın etkisi görülmüştür.

19.yy’da Avrupa’nın barok ve gotik mimari tarzları örnek alınmıştır.

Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız ve Beylerbeyi sarayları bu yüzyılda inşa edilmiştir.

b.) Süsleme Sanatları: Osmanlı Devleti’nde Çinicilik, oymacılık, kakmacılık, nakkaşlık, hattatlık, kitap ve ciltcilik sanatları gelişmiştir.

c.) Musıkî: Osmanlılar Selçuklulardan aldıkları musıkîyi zirveye ulaştırmışlardır. Musıkî klasik musiki ve halk musıkîsi olmak üzere iki koldan gelişmiştir. Birçok Osmanlı padişahı profesyonel biçimde musıkî ile uğraşmıştır.

İsmail Dede Efendi, Zekai Dede, Hacı Arif Bey, Itri ve Tamburi Cemil Bey ünlü bestekarlardır.

* Osmanlılarda Mehterhane adı verilen askeri mızıka takımı vardı. II. Viyana kuşatması sırasında Avusturyalılar Mehter takımını esir aldılar. Avrupa ordularının bando takımı buradan doğmuştur.

Mehterhane 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla kaldırılmış ve yerine Avrupaî tarzda Mızıka-i Humayun kurulmuştur.

Mehter takımı 1953 yılında Harp Dairesi Askerî Müze Müdürlüğü tarafından yeniden kurulmuştur.


Oyma ve Kakma İşleri
Oymacılık, ağaç, tahta, taş, maden üzerine olmak üzere başka başkadır. Ağaç ve tahta üzerine yapılan oymacılığa kaatıccılık ve taş üzerine yapılan oymaya senktraşî veya naht, madenî eşya üzerindeki kabartmalara da nakr denilirdi.

Ağaç üzerine yapılan oymalar minber, kapı, pencere kapağı, rahle gibi büyük ve enfiye kutusu, arka kaşağısı, müttekâ, küçük çerçeve ve el aynaları çerçeveleri gibi küçük kıtalarda olarak iki kısımdı.

Naht denilen taş oyması tezyinatı bazı cami minareleri şerefeleriyle çeşme taş çerçeveleri, hamam kurnaları, ayna taşları, mezar taşlarıve buna mümasil yerlerde kullanılan bir sanat olup bugün bunun yüzlerce numunesi görülmektedir; nakr san'atına ait işler de bugün müzelerimizi süsleyen şamdan, buhurdan, kandil, ibrik, silah, sahan ve hamam tası mangal ve benzeri üzerlerindeki ince ve zarif tezyinattır; kuyumculukta bu sanat erbabına kalemkâr denilirdi.

Anadolu Selçukluları devrinde pek ilerlemiş olan oymacılık Eşref, Karaman, Aydın ve Candar beyliklerinde de kuvvetini muhafaza etmiş ve Osmanlılarda ise en orijinal şekillerini göstermiştir; Bursa'da Ulucami'nin abonoz üzerine oyulmuş fevkalâde sanatkârane olan minberi ve Yeşiltürbe kapılarını 824 H. 1421 M. de Hacı Ali bin Ahmed isminde bir sanatkâr yapmıştır. Yeşil Cami'in muhtelif şekildeki pencere kanatları da fevkalâdedir.

Türk ince sanatlarından biri de kakmacılıktır ki bu da oyulan mâden veya ağacın içine fildişi, tel, sadef, kemik vesaire ile vücuda getirilen tezyinattır; bunlardan bir haylisi müze, cami ve türbelerde görülmektedir. Süleymaniye'deki İslâm Eserleri Müzesi ile Topkapı sarayı ve Askerî Müzede bu sanat eserlerinden çok vardır. Kakmacılığın sedef işleriyle meşgul olan sanatkârına sedefkâr ismi verilmektedir.

Osmanlıda Tarihcilik

Gönderen BlogMan 0 yorum


Tarih
Osmanlı tarihçiliği XV. yüzyılın ortalarına doğru başlamıştır; bu tarihten evvel yazılan vekayi pek az ve belirsizdir; Osmanlıların bu devirlerine ait bir kısım malûmatı Memlûkler devrinde Mısır ve Suriye'de yazılan Arap tarihleriyle Bezm ü Rezm, Zafer-nâme, ve bunlara benzer eserlerden ve bir dereceye kadar da bazı anonim Âl-i Osman tarihlerinden öğrenmekteyiz.

Şimdiki halde Osmanlı tarihinden bahseden en eski eser şair Ahmedî'nin İskender-nâme adlı eserine müstakil bir kısım olarak ilâve ettiği Dastân-ı Tevarih-i Mülûk-i Âl-i Osman isimli manzum parçadır; bu manzum eser Osmanlı tarihinin şimdiye kadar bilmediğimiz kısımlarını öğretmek itibariyle mühimdir. Derli toplu bir tarih olarak yazılmış olanı Âşık Paşa-zade'nin Tevarih-i Âl-i Osman isimli eseri bundan sonra gelen mühim bir tarihtir. Âşık Paşazade ilk Osmanlı tarihini pederinden naklen Bursa'da Orhan Gazi Camii imamı Yahşi Fakih'ten nakletmiştir.

Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan Kâşifi'nin Gaza-nâme-i Rum isimli bir tarihi ve bundan başka içinde Osmanlı vekayii bulunan Abdurrahman-ı Bistamî'nin II. Murat zamanında yazdığı eser Osmanlı tarihine ait bazı kısımları ihtiva etmektedir. bilhassa mukaddimesi ve Osmanlı tarihine giriş kısmı çok kıymetlidir. Oğlu Ebülfazl Efendi babasının tarihine zeyl yazmıştır.

Bundan başka Amasyalı Mevlanâ Şükrullah'ın (vefatı 868 H. 1464 M.'den sonra) Farsça yazdığı Behcetü't-tevarih isimli eserin sonunda Fatih Sultan Mehmet'in cülusuna kadar gelen özet bir Osmanlı tarihi vardır.

XV. yüzyılın son yarısı içinde Enverî tarafından yazılarak kısmen Osmanlı tarihinden bahseden ve vezir-i âzam Mahmud Paşa'ya ithaf olunan Düstur-nâme ile Tacizâde Cafer Çelebi'nin İstanbul Fetihnamesi ve Dursun Bey'in Tarih-i Ebülfetih isimli tarihi ve birde Fatih'in son vezir-i azamı olan Karamanî Mehmet Paşa'nın Nişancı iken yazdığı Arapça Osmanlı Tarihi'ni görmekteyiz. Son iki eser Fatih devrine aittir. Bu XV. yüzyıl ortalarında Rum beylerinden İmrozlu Kritovulos, Fatih Sultan Mehmet devrinin bir kısım vekayiini Rumca olarak Tarih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî ismiyle kaleme alarak pâdişâha takdim etmiştir.

Fatih Sultan Mehmet'in emriyle Şehdî isminde bir şair Âl-i Osman tarihini Şeh-name tarzında yazmaya başlamış ve 10,000 beyitten ziyade nazmetmişken vefatı dolayısıyla eseri noksan kalmıştır; bundan başka kâtip Şevleî'nin mensur olarak bir Osmanlı tarihi kaleme aldığını yine Sehî Bey yazmaktadır.

XV. yüzyılın sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında -bilhassa II. Sultan Bayezid devrinde- Osmanlı tarihi yazanlar çoğalmış gerek nazmen gerek neşren müellifleri malum ve meçhul bir hayli tarihî eser meydan almıştır; bunların içinde en ziyade itimada şayan olanı Âşık Paşazade ile Neşrî Mehmed Efendi ve Kâtip Ruhîile Bihiştî ve Oruç Bey'in tarihleridir.

Bunlardan Âşık Paşazade, Çelebi Mehmet zamanını idrak etmiş ve II. Bayezid zamanına kadar yaşayıp yüz yaşına yakın ömür sürmüştür; kendisi XV. yüzyılın ilk yarısı vekayiinin içinde Çelebi Mehmet, II. Murat, II. Mehmet dönemleri esnasında bizzat bulunarak bir çok olaylara şahit olmuş ve Çelebi Mehmet'ten evvelki tarihi de işiterek yazmıştır. Bundan dolayı 1418'den 1502 senesine kadar olan 85 senelik hâdiselerin içinde yaşamış olduğundan mütalaası en ziyade itimada şayan olmak gerekir.

Germiyanlı olan Neşrî Mehmed Efendi'nin Cihan-nüma ismini verdiği tarih, Âşık Paşazade tarihine benzemektedir; müderrislikte bulunmuş olan Neşrî, II. Sultan Bayezid'in emriyle Osmanlı tarihini yazmıştı; eserin baş tarafında Osmanlılardan evvelki Türklerin ve Tatarların tarihi yazılmış ve sonra Osmanlı tarihine girilmiştir; vefatı tarihi belli olmayan Neşrî'nin vekayinâmesi Âşık Paşazâde'den sonra en iyi yazılmış Osmanlı tarihidir; hatta Âşık Paşazad e'de olmayan bazı Osmanlı vekayii bunda vardır. Neşri Tarihî T. Tarih Kurumu tarafından bastırılmaktadır.

XV. yüzyıldan itibaren gerek Türkçe ve gerek Farsca yazılmış Osmanlı tarihleri içinde İbn-i Kemal'in meşhur Osmanlı tarihiyle İdris-i Bitlisî'nin Heşt Bihişt isimli tarihi pek mühimdir. İbn-i Kemal, tarihini 895 H. 1489 M. senesine kadar yazmıştır; eser çok muğlak olup bir kısım olaylar, yazım tarzına feda edilmiştir. XVI. asır başlarında yazılmış olan bu tarih 8 cüz olup parça parça muhtelif İstanbul kütüpanelerinde bulunuyor.

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey ve oğlu Yakup Şah zamanlarında divan kâtipliğinde bulunmuş olan ve Yakup Şah'ın adamlarından Kadı İsa'nın himayesinde yetişen İdris-i Bitlisî, efendisi Kadı İsa'nın ölümünden sonra İstanbul'a gelerek II. Sultan Bayezid'in emriyle Farsca Heşt Bihişt'i yazmıştır; eseri pek münşiyâne ve İran tarihlerinde görülen mübalağalarla dolu olmakla beraber içindeki bilgiler itibariyle en kuvvetli tarihtir; bilhassa mukaddimesi ve Osmanlı tarihine giriş kısmı çok kıymetlidir. Oğlu Ebülfazl Efendi babasının tarihine zeyl yazmıştır.

Yine bu XVI. asrın ilk yarısı içinde Bihiştî'nin ve daha sonra Lûtfi Paşa'nın tarihleriyle Rüstem Paşa Tarihi diye şöhret bulan Osmanlı tarihi kayda değer eserlerdendir; Rüstem Paşa Tarihi'nin baş tarafı hemen tamamen Neşrî'den alınmıştır.

Osmanlı tarihleri arasında II. Bayezid, I. Selim, Kanunî Süleyman namlarına yazılmış olup miktarı bir hayli yekûn tutan Şeh-name veya bir mahallin zabtına ve yahut kısmen bir hükümdar devrine ait hususî tarihler varsa da bunlar konumuzla ilgili değildir.

Bu mütalaalardan çıkan neticeye göre Osmanlıların ilk zamanlarına ait olan olaylar kayda geçirilmemiş olup bu noksanlık elde edilecek vesika, vakfiye, tapu (arazi tahrir) defterleri, kitabeler, arşiv vesikaları, Venedik, Ceneviz, Bizans, Balkan memleketleri kay-naklariyle seyahatnameler ve Suriye, Mısır tarihlerinden alınacak malûmat ile şöyle böyle yazılacaktır; bu yabancı kaynaklar bu devirdeki Osmanlı devleti olaylarını tamamen aydınlatamamakla beraber bir kısmı hakkında yararlanmamıza yarayabilmektedir. Mütalaamızı özetlersek bütün iç ve dış kaynaklar tetkik edilmek suretiyle henüz etraflı bir Osmanlı tarihi yazılmamış olduğunu görüyoruz.

Osmanlıda Kalem İşi

Gönderen BlogMan 0 yorum


Kalem İşi Özellikleri

KALEM İŞİ

Binaların iç duvarlarını, kubbelerini ve tavanlarını sıva, ahşap taş, bez, ve deri gibi malzeme üzerine renkli boyalar (toprak yada kök boyalar) bazen de altın varak kullanılarak ince kıllı kalem tabir edilen fırçalarla yapılan nakışlara kalem işi denilir. Bu nakışları yapan kişiye kalemkar, projeyi hazırlayan kişiye nakkaş denir. Teknik açıdan kalem işlerini 4 gruba ayırıyoruz:

1-) sıva üstü kalem işi

2-) ahşap üstü kalem işi

3-) taş ve mermer üstü kalem işi

4-) deri ve bez üstü kalem işi


1- SIVA ÜSTÜ KALEM İŞLERİ:

Klasik mimari eserlerimizin hemen hemen hepsinde uygulanan bir tekniktir. Bu teknikte kalem işinin uygulanacağı zemine önce kireç badanası yapılır. Süslemelerin yada nakışların yapılacağı zeminler ölçülüp bölümlere ayrılır önceden kağıtlar üzerine hazırlanan desenler iğne ile delinerek kalıp haline getirilir ve özel bir kömür tozu ile tamponlanarak desen zemine geçirilir. Boyandıktan sonra en son olarak kontörler çekilir. Klasik kalem işleri 2 boyutludur. Işık - gölge yoktur kullanılan malzeme iyi olursa ve dış etkenlerden korunursa kalıcı olur.


2-AHŞAP ÜSTÜ:

Sıva üstünden sonra Osmanlı döneminde çok uygulanmış olup 4,5 asırlık çok eski örnektir hiç restore edilmeden günümüze gelmiştir sıva üstüne göre daha dayanıklıdır bunun nedeni dış etkenlerden sıva üstüne göre temas halinde olmaması başka bir sebebi de nakışların üzerine çekilen bir sır tabakasıdır bu işlere de lake işlerde denilebilir sır tabakası inceltilmiş bezir yağı ve verniktir Mimar Sinan işlerinde ve hünkar mahfili ve müezzin mahfili tavanlarında görülür bu çalışmalarda altın varak bolca kullanılmıştır.


3-TAŞ VE MERMER ÜSTÜ KALEM İŞİ:

Bu teknikte kullanılan boya malzemesi tutkallı ve yağlı boya türündedir sıva üstü tekniğinde olduğu gibi çalışılır mermer üstü çalışmalarda altın varak kullanılır sıva üstü çalışmaya göre daha zor bir tekniktir özel ve daha çok bir zaman isteyen bir tekniktir.


4- DERİ VE BEZ ÜSTÜ KALEM İŞİ:

Ahşap konstrüksiyon üzerine çakılan kaplama tahtaları üstüne deri veya keten bezinin gerilerek bir tuval teşkil etmesinden sonra keten bezinin gerilerek bir tuval teşkil etmesinden sonra kalem işinin uygulanmasına geçilir kullanılan malzeme genellikle yağlı boya veya tutkallı boyadır 16,17 yüzyıllarda örnekleri görülmektedir 18,19 yy.’da daha çok kullanılmıştır


AŞI BOYASI: Özellikle tarihi ahşap yapıların cephe boyası olarak kullanılan aşı boyası, Osmanlı Beziri, Oksit Sarı, Kırmızı Aşı, ve Neft karışımıyla elde edilmektedir.


İslâm memleketlerinde toplu her irfan müessesesinin yanında bir de kütüphanesi vardı; Medrese denildi mi orada bu medrese talebesinin istifadesini temin edecek bir kütüphanenin bulunması pek tabiî idi. Fatih Sultan Mehmet, sahn ve titimme medreselerini yaptırdığı zaman orada talebelerin yararlanmaları için birde kütüphane yaptırmış ve buraya günde 6 akçe ile bir hafız-ı kütüb tayin etmiş ve bundan başka bu kütüphaneden müderris ve talebelerin ariyet (iğreti-emanet) olarak alacakları kitabların listesini tutmak üzere bir kâtip de koymuştu. Yine bunun gibi 928 H. 1521 M.'de Çoban Mustafa Paşa tarafından Gebze'de yaptırılan cami imaret ve medresenin yanında iki kütüphane de vücuda getirilmişti; bu kütüphanede tefsir ve şerhleri olarak 46 cilt ile fetvadan 17, kelâm vesaireden 47 ve diğer fenlerden de bir takım kitaplarla beraber toplamı 165 kitap vardı.

Medreselere ait olan bu kütüphanelerden başka hem medrese talebelerinin ve hem de hariçte mütalaa ile meşgul olanların araştırmaları için tesis edilmiş kütüphaneler de vardı. Bunlar küçük ölçekte ilk umumî kütüphanelerdir; bunların tesisi şimdiki halde XV. yüzyıl ortalarından itibaren görülüyor. Bu umumî kütüphanelerden biri Fatih Sultan Mehmet'in Eyüp Camii içinde kurduğu küçük bir kütüphane ile Timurtaş Paşazade Umur Bey'in Bursa'da kendi camii yanındaki kütüphanesidir. Umur Bey'in kütüphanesine koydurduğu kitapların isimleri Bursa'da Ulucami kütüphanesindeki Enfesü'l-cevâhir isimli kitabın baş tarafında yazılıdır; bueser831H.1427M.de Umur Bey namına telif edilmiştir; bu vakfedilen kitapların içinde hadisten Buharî'den başka diğerleri Türkçedir. 864 H. 1458 M. tarihinde Kutbeddin Çelebi isminde bir zat İstanbul'da umuma ait olmak üzere kitaplarını vakfetmiştir ki bu kitaplar sonradan Umumî kütüphaneye verilmiştir. Daha sonraları Hızır Bey oğlu Müfti Ahmed Paşa ile Gedik Ahmet Paşa ve diğer kütüphaneleri görmekteyiz.

Medreselere bağlı olarak hem medreselilere ve hem de halka açık kütüphanelerden başka bir de şahsa ait hususî kütüphaneler vardır ki bu hemen her millette bulunmakta olup bunlar da sonradan umumî kütüphane olarak vakfedilmektedir. Meşhur âlim Molla Fenarinin hususî kütüphanesinde 10,000 cilt kitabı vardı. Şehzade Korkut'un muazzam bir kütüphanesi olup bir yerden diğer bir mahalle naklettiği zaman bu kitaplar deve katarlarıyla götürülürdü;II.Beyazid ve Sultan Selim devirleri âlimlerinden Amasyalı Müeyyedzade Abdurrahman Efendi'nin tekrar edilenlerinden başka pek çoğu nâdir eser olmak üzere 7000 ciltlik kütüphanesi bulunuyordu.Rüstem Paşa 'nın 5000 ciltli kütüphanesi olduğunu Âlî yazıyor. Henüz Osmanlılarda matbaanın bulunmadığı bu devirlerde kitap tedarikinin ne kadar zor ve çoğaltılmalarının ne derece masraflı olacağı gözönüne alınacak olursa ecdadımızın bu binlerce cilt kitabı tedarik hususundaki himmetlerini takdir etmemek mümkün değildir.

Darü'l-Hadis

Gönderen BlogMan 0 yorum


Hadis ilminin ögretildigi medreselere verilen isim. Ilk darü'l-hadis medresesi, Selçuklu Atabegi Nureddin tarafindan Sam'da açilmistir. Böylelikle hadis ögrenimi camilerden medreselere geçmeye basladi. Sonradan darü'l-hadis medreselerinde Kur'an-i Kerim'e ait ilimler de okutulmaga baslandigindan, bu medreselere Darü'l-Kur'ân ve'l-hadis ismi verilmistir.

Anadolu'da ilk darü'l-hadis, Ilhanli veziri Semseddin Cüneynî'nin Sivas'ta kurdugu medresedir. Osmanli Devletinde ilk Darü'l-hadis Bursa'da, 1447'de ise Sultan Ikinci Murad tarafindan Edirne Üç şerefeli Camii Külliyesi içinde ögretime açilmistir. Istanbul'da ilk darü'l-hadis Süleymaniye Camii Külliyesi dahilinde açilmistir. Daha sonra mevcutlari artan darü'l-hadislerin sayisi Onyedinci asirda 135'e kadar çikmistir.

Diger medreselere göre daha yüksek seviyeli olan darü'l-hadislerin müderrisleri de rütbe olarak daha yüksek idi. Meselâ, Darü'l-hadis müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli olduklari devirde diger müderrisler altmis akçe yevmiye alirlardi. "Kibâr-i müderrisin" olarak isimlendirilen bu müderrisler, merasimlerde digerlerine baskanlik ederlerdi.

Darülaceze

Gönderen BlogMan 0 yorum





DARULACEZE
Kadin-erkek, yoksul, sakat ve kimsesiz çocuklari korumak için sultan Ikinci Abdulhamid Han devrinde yaptiralarak hizmete giren acizler yani düskünler yurdu.
Sultan Abdulhamid Han, yoksul ve sakat kimseler yaninda, Istanbul'da basibos gezen çocuklarin da bir araya toplanarak, san'at sahibi olmalarini saglamak, ihtihar ve kimsesizlerin son yillarini huzur içinde geçirmelerini te'min etmek maksadiyla, sadrazam Halil Rifat Pasa'ya bir darülaceze (düskünlar evi) kurulmasi emrini verdi. Halil Rifat Pasa, Okmeydani semtinde böyle bir müessesenin kurulmasinin muvafik olaçagina bildirdi ve 7 kasim 1892 tarihinde Darülacezenin temeli atildi. Insaat masraflarinin çogunu Abdulhamid Han karsiladi. Hayir sahibleri de ianelerde (yardimlarda) bulundular. Bizzat Halil Rifat Pasa, evindeki degerli esyayi ve gümüs takimlarini satarak bu tesebbüse istirak etti.
Darülaceze 28.500 metre karelik bir alan üzerinde kuruldu. Bir erkek bir kadin hamami, alti aceze pavyonu, mutfak, çamasirhane, çocuk yuvasi, yetimhane, cami ve kiliseden ibaret olup, mimari Agop adinda bir ermenidir.

Yapildigi devirde çikarilan kararnameye göre; ''Darülaceze'nin idaresi Dahiliye nezaretine baglandi. Ayrica kurumun yönetim kurulu baskanliginin belediye tarafindan seçilen ve padisahça tasdik edilen bir me'mur tarafindan yapilmasi kararlastirildi. Üyelikleri ise; Vakiflar idaresi, müftilik ve Zaptiye nezareti tarafindan gösterilecek bir me'mur verilecakti. Bundan baska ayrica Darülaceze'de; ermeni, rum, katolik ve yahudi azinliklari da birer temsilci bulunduracak ve kurul ücretsiz vazife yapacakti.''

Günümüzde Darülaceze, Istanbul belediyesine bagli olup, döner sermaye ile çalismaktadir.

Darülbedayi

Gönderen BlogMan 0 yorum


DARÜLBEDAYl
Istanbul Sehir Tiyatrosu'nun ilk sekli ve adi. Türk tiyatro tarihinde, tiyatronun kurulus ve gelismesinde Dârülbedayi toplulugu öncülük etmistir. Teskilatin ilk adi Dârülbedayii Osmani'dir. Türkiye'de ilk düzenli bir tiyatro kurulmasi ve sahne sanatçilarinin yetistirilmesi fikri 1914 yilinda Sehremini, Operatör Cemil Topuzlu tarafindan ortaya atilmistir. Bu fikrin gayesi, Türk halkina tiyatroyu sevdirmekti.

Mesrutiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayati ve sanati, Ermeni ve Rumlarin paylastigi faaliyetlerle devam ediyordu. Bunlardan Rumlar özellikle pandomim ve kanto'da, Ermeniler de meledram ve komedi oyunlarinda temayüz etmis topluluklari olusturuyordu. Türklere gelince bunlar, tuluatçi ve orta oyunculariydi. Baslicalai; Kavuklu Hamdi, Küçük Ismail, Kel Hasan, Abdürrezzak, Sevki, Nâsit gibi sanatçilardi. Bu sanatçilar küçük kumpanyalar halinde temsilsiz oyun verirler, oyundan önce kanto ve çalgi çalarak seyircilerini kendilerine benzetmeye çalisirlardi. 1908'de mesrutiyetten sonra, temsilden önce verilen kanto ve çalgi fasillari kaldirilmis bunun yerine yurt konulan isleyen, cemiyetin problemlerine ve dilimize çevrilmis eserleri (tiyatro eserleri) sahnelere konmaga baslamistir. Bu tür telif eserleri o zaman en çok oynayan sanatçi da Ahmet Fehim Efendidir.

Cemil Topuzlu Bey, Sehremini olarak Istanbul'da bir belediye konservetuari kurmak istiyordu. Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca alinan kararla bu is için o zamanin parasi ile 3000 lira ayrildi. Akabinde meshur tiyatrocu Parisli (Paris tiyatro müdürü) Andre Antoine'la Paris elçiligimiz araciligi ile anlasti. Antoine, anlasma geregi Istanbul'a geldi ve konservatuar için Sehzadebasi'nda Letafet apartmani tahsis olundu.

Konservatuar açilis törenleri hazirliklari sürerken bu arada Birinci Dünya Savasi koptu. Bu durum karsisinda Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalinca, bu is de böylece yarim kalmistir.

Savas sirasinda, Dârülbedayi sanatçilari, asker ailelerine yardim cemiyeti yararina Hüseyin Suat'in adapte ettigi "Çürük Temel" adli oyunu sahneleyerek halka sunmuslardir. Bundan sonra, Halit Fahri Ozansoy'un "Baykus" adli manzum oyunu, arkasindan Halit Ziya Usakligil'in Aleksandr Dumas Fils'den dilimize çevirdigi "Fûruzan" oyunu ile Manir Nigar'in uygulamasi "Kayseri Gülleri" oyunlari sahneye konmustur. Savas sonrasinda oyunlara devam edilmistir.

1927 yilinda Dârülbedayi adinda bir dergi çikarilmistir. Bu dergi 1935 yilindan sonra Türk Tiyatrosu adini almistir. Günümüzde de Sehir Tiyatrosu organi olarak yayini sürdürmektedir. Dârülbedayi 1931-1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel karariyla Sehir Tiyatrosu olarak adini degistirmis ve yeni bir tüzükle Sehir Tiyatrosu, Istanbul Belediyesine baglanmistir.

Bu günün sehir tiyatrolari, Darülbedayi'nin teskilat temelleri üzerine kurulmustur.

Darülfünun

Gönderen BlogMan 0 yorum


DARÜLFÜNUN
Fen ilimleri evi, üniversite. Osmanli Devleti'nde medrese disinda bir darülfünun açilmasi fikri, ilk defa Abdülmecîd Han zamaninda 1845'de Geçici egitim meclisi (Meclis-i muvakkat-i maâ-rif) tarafindan tanzim edilen egitim programinda yer aldi.

Böyle müessesenin çalismaya baslamasi için; bina, ögrenci, ögretmen ve kitap gibi dört ana unsurun saglanmasi gerekliydi.

Bina için taninmis italyan mîmâr Fossati getirilip projeler yaptirildi. 1846 yili Ekim ayinda Ayasofya Camii yakinindaki bir arsada temel atildi. Darülfünun ögretimini tâkib edebilecek seviyede ögrenci yetistirmek maksâdiyle lise seviyesinde dârülmaârif adiyla bir okul kuruldu (1849). Bundan baska darülfünuna ögretim üyesi yetistirmek maksadiyla Avrupa'ya ögrenciler gönderildi. Okutulacak derslerin kitaplarinin seçimi, tercüme ve te'lif suretiyle hazirlanmasi için de Encümen-i dânis kuruldu.

Bu hazirliklar sürdürülürken, memleketin taninmis bilim adamlari tarafindan umûma açik konferans seklinde serbest hâlde ögretime baslanmasina karar verildi. 12 Ocak 1863'de Dervis Pasa'nin verdigi fizik dersiyle baslayan serî konferanslar, Hekimbasi Salih Efendi'nin biyoloji, Ahmed Vefik Efendi'nin târih ve muhtelif hocalarin cografya, astronomi ve deneysel fizik dersleriyle devam etti. 1864'den sonra Dîvânyolu'nda kiralanan bir konakta devam eden bu çalismalar, 1865'de Avrupa'dan getirilmis teknik edevat, laboratuvar gereçleri ve kütüphaneyle beraber konagin yanip kül olmasiyla sona erdi.

Bu yangindan sonra bir süre duran çalismalar, 1 Eylül 1869'da yayinlanan Maârif-i umûmiye nizâmnâmesiyle tekrar basladi. Bu nizâmnâmenin yüksek okullara ayrilmis bölümünde belirtildigine göre, Dârülfünûn-i Osmânî adiyla kurulacak üniversite, Hikmet-i edebiyat, ilm-i hukuk ve Ulûm-i tabiiyye ve riyâ-ziyye adlariyla üç fakülteden meydana gelecekti. Üniversitenin basinda nazir unvanli bir emîn bulunacakti. Yine bu bölümde, kurulacak üniversitenin, muhtariyete (özerklige) sâhib oldugu belirtilmis, darülfünun kurulusuna ve organlarina, programlarinin ana çizgilerine, ögretim üye ve yardimcilarinin hak ve görevleriyle tâyin ve terfî sartlarina, ögrencilerin kayit islerinden baslayarak devamin siki kontrolü dâhil olmak üzere doktora imtihanlarina kadar bütün esaslari düsünülmüs ve tesbit edilmistir.

Sultan Mahmûd türbesi yaninda yaptirilan binada ögretime baslayan okulun müdürlügüne, Avrupa'ya evvelce darülfünun hocasi olarak yetistirilmek üzere gönderilmis ve tahsilini tamamlayip dönmüs bulunan Yanyali Hoca Tahsin Efendi tâyin edildi. Okul, 20 Subat 1870'de büyük bir törenle açilarak derslere baslandi. Fakat daha okulun açilisinda, hocalardan Cemâleddîn-i Efgânî'nin sapik fikirlerini yaymaya çalismasi, nizâmnâmedeki bir çok hükümlerin tatbikatinin istenilen sekilde uygulamaya konulamamasi sebebiyle 1871 ortalarinda kapatildi.

1874'de Galatasaray mekteb-i sultanîsi içinde, bu okulun adetâ bir üst okulu seklinde Dârülfünûn-i sultanî adiyla üçüncü darülfünun açildi. Hukuk, Mühendislik ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelen bu okulun müdürlügüne de Sava Pasa getirildi. Bu okula sâdece Galatasaray mekteb-i sultanîsinden me' zun olanlar alinabilecek, bu seviyede agitim için henüz yeterince Türkçe eser hazirlanmamis oldugundan, bir kisim 'dersler Fransizca olacak ve Fransa'dan getirilecek profesörlerle ögretim kadrosu tamamlanacakti. Pakat bu okul da uzun süre ögrenime devam edemedi ve 1882'de kapandi.

Bugünkü istanbul Üniversitesi'nin çekirdegini meydana getiren Dârülfünûn-i sahane, dördüncü darülfünun olarak 15 Agustos 1900'de ikinci Abdülhamîd Han zamaninda kuruldu. Ulûm-i âliye-i diniye, Ulûm-i riyaziye ve tabî-iyye ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelecekti.

15 Agustos 1900'de çikarilan yirmi yedi maddelik darülfünun nizâmnâmesine göre; dârülfünûn-i sahanenin, Ulûm-i âliye-i diniye (ilahiyat) fakültesinin her sinifina en fazla otuz kisi alinabilecek ve ögretim süresi dört yil olacakti. Ulûm-i riyaziye ve tabîiyye (matematik ve fen bilimleri) fakültesi ile Edebiyat fakültelerinin siniflarina ise yirmi beser kisi alinabilecek ve ögretim süreleri üç yil olacakti. Bunlara ek olarak yine darülfünun idaresine bagli olarak Türkçe, Arabça ve Farsça'dan baska, Fransiz, ingiliz, Alman ve Rus dillerinin okutulacagi filolojiler kurulacakti.

Ögrenci sayisi sinirlandirilan ve parali olan bu okula girebilmek için, bir orta ögretim kurumunu bitirmek veya bu düzeyde bilgi sahibi oldugunu isbatlamak gerekiyordu.

O târihlerde ayri bir bina ve idare kurulmasina lüzum görülmediginden, Cagaloglu'ndaki Mekteb-i mülkiyenin bir bölümü bu okul için ayrildi ve iki okul ortak müdürlükle yönetildi. 1909' da Vezneciler'deki Zeynep Hanim Konagi'na tasinarak kendi binasina sâhib oldu. Ögrenci sayisindaki kisitlamalar kaldirilip, ücretsiz hâle getirildi. Okulun ismi Dârülfünûn-i Osmânî olarak degistirilip, programlarinda bâzi degisiklikler yapildi. Okul idaresi, Mülkiye mektebinden ayrildi.

Emrullah Efendi'nin maârif nazirligi zamaninda çikarilan 21 Nisan 1912 tarihli nizâmnâmeyle yeni düzenlemelere gidildi. Büyük kütüphaneler, laboratuvarlar kurulmaya baslandi. Sinif usûlü terk edilerek, yerine sömestr usûlü getirildi. Zeyneb Hanim Konagi'nin yeterli olmamaya baslamasi üzerine, Yerebatan'da kimya, Feyzullah Efendi Konagi'nda jeoloji, ibrahim Pasa Konagi'nda dogu dilleri ve Safvet Pasa Konagi'nda cografya enstitüleri te'sis edildi.

Birinci Dünyâ Savasi esnasinda Almanya ve Avusturya-Macaristan'dan Edebiyat, Fen ve Hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile ögretim kadrosu güçlendirildi. Savastan sonra yeni bir yönetmelik hazirlandi. Buna göre darülfünunu, her yil seçilen bir eminin (rektör) baskanligi altinda fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idare edecekti.


SULTAN ABDÜLMECİD:

Osmanlı Devleti'nin 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, 1839'la 1861 yılları arasında yaşadı. Hattatlıkla Mahmud Celâleddin Efendi'nin yolundan gitti ve döneminin en iyi sanatkârlarından olan Tahir Efendi'den dersler aldı. Dolmabahçe ve Ortaköy Camileri'ndeki bütün yazıları o yazdı. Bugün müzelerde ve diğer camilerde bugün çok sayıda eseri bulunan Sultan Abdülmecid'in üzerinde 'Allah' ve 'Muhammed' sözlerinin yeraldığı bu hattı şimdi Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor.

MUSTAFA RAKIM EFENDİ

Türk hat sanatının en büyük isimlerinden olan Mustafa Rakım 1757'de Ünye'de doğdu ve 1826'da İstanbul'da öldü. Hatatlığı kendisi gibi önde gelen bir hattat olan ağabeyi İsmail Zühdü Efendi ile Derviş Ali'den öğrendi. Aynı zamanda ressamdı ve Üçüncü Selim'i tahta çıktığı sırada gösteren bir de tablo yapmıştı. Osmanlı tuğrasını da derleyip ölçülü bir şekle sokan Mustafa Rakım çok sayıda levha ve

kitabenin yanısıra Tophane'deki Nusretiye Camii'nin kuşak kitabelerine de imzasını attı. Vasiyeti gereğinde Karagümrük'e defnedildi ve türbesi eşi Emine Hanım tarafından inşa ettirilip sonradan medrese haline getirildi.
VELİYÜDDİN EFENDİ

18. asır Türk hat sanatının önde gelen isimlerinden olan Veliyüddin Efendi İstanbul'da 1768'de öldü. Celi talik hatla yazılmış olan harf çalışmalarının biraraya getirilmiş olduğu bu albüm halen Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor. Özellikle levhalarda ve kitabelerde kullanılan celi talik hattın ustası olan Veliyüddin Efendi, hattatlığının yanısıra kadılık, Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği yapmış ve şeyhülislâmlığa kadar yükselmişti. Kendi adıyla bilinen kütüphanenin de kurucusu olan sanatkârın bu karalamasında, celi talik harflerin yazılış biçimleriyle ilgili yeni arayışlar içinde olduğu görülüyor


HÜSEYİN BİN RAMAZAN

Hayatı hakkında tam bir bilgiye sahip bulunmadığımız hattatlardan olan Hüseyin bin Ramazan, 17. yüzyılda yaşadı. Sanatkâr, bugün İstanbul'daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde muhafaza edilen bu karalama albümünde sülüs yazı çeşidini kullanıyor. Hüseyin Bin Ramazan'ın karalamaları ebrularla çerçevelenmiş ve kitap şeklinde hazırlanmış olan albüm, bordo renkli deriyle ciltlenmiş.


MEHMED İZZET EFENDİ:

19. yüzyıl hattatlarından Mehmed İzzet Efendi'nin imzasını taşıyan bu levha 1847 tarihini taşıyor ve Topkapı Sarayı Müzesi'nda muhafaza ediliyor. Sanatçı, kelimelerde geçen bazı harfleri altalta sıraayarak son derece güç bir istif yapmış. Levha, lÁciverd üzerine altın yaldızla yazılı.


İSMAİL ZÜHDÜ EFENDİ:

1806 Ada İstanbul'da vefat eden İsmail Zühdü Efendi'nin 'leylek besmele' olarak bilinen bu levhası, resme benzer hatların en önemlilerinden biridir. İslamiyet'in insan resmi çizimini yasakladığına inanılmasıyla, bazı hattatlar istiflerini resim şekline sokarak yazmışlardır. İsmail Zühdü'nün döneminin çiçekli tezhibiyle çerçevelenen ve içerisinde Kâbe'nin bir tasvirinin de yer aldığı bu çok önemli levhası şimdi Topkapı Sarayı Müzesi'nde saklanıyor


SULTAN ÜÇÜNCÜ AHMED

1703'le 1730 yılları arasında yaşayan Üçüncü Ahmed, Osmanlı İmparatorluğu'nda batılılaşma hareketlerinin başladığı devirde tahta geçti. Edebiyat ve bilhassa hat sanatı üzerine çalışmış ve devrinin ünlü hattatı Hafız Osman'dan icazet almıştır. Lâle Devri'nin padişahı olan Üçüncü Ahmed'in hatt-ı humayunları da hat ve tezhip sanatı bakımından çok büyük değer taşırlar. Hükümdarın kendi çektiği bu tuğra, bugün Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor.


KAZASKER MUSTAFA İZZET:

Tosyalı Destanağazade Mustafa Efendi'nin oğlu olan Mustafa İzzet Efendi, 1801'de dünyaya geldi. Babasının ölümünden sonra okumak için İstanbul'a nakletti Fatih'te başkurşunlu Medresesi'nde çalışmaya başladı. Zamanın hükümdarı İkinci Mahmud'un dikkatini çekti ve saray okulu olan Enderun'a alındı. Zamanla Rumeli Kazaskerliği'ne kadar yükseldi ve çok sayıda Kur'an'ın yanısıra 200'den fazla hilye ve yüzlerce levhaya imzasını attı. Ayasofya Camii'nde bulunan büyük levhalar da 1876'da vefat eden Kazasker'e aittir.


SEYYİD ABDULLAH:

'Yedikuleli' olarak bilinen Seyyid Abdullah, 17. asrın önde gelen sanatkârlarındandı. Yazıyı Hafız Osman'dan meşkederek 1690 tarihinde icazet aldı ve hat öğrenimini sonradan altı çeşit yazıya çalışarak tamamladı. Peygamber sülalesinden olduğu için 'Seyyid' unvanı taşıyan Yedikuleli Abdullah Efendi, 1731 yılında İstanbul'da vefat etti. Üstadlığının yanısıra, çok çabuk yazı yazmasıyla da meşhurdu


İSMAİL DERDİ:

1690 tarihli bu levhada tek ve çok tanrılı pekçok dinin geçmişinde yer alan ve Kur'an-ı Kerim'de de geçen Esháb-ı Kehf sözkonusu edilmektedir. 'Yedi uyurlar' olarak bilinen Yemliha, Mekselina, Misliha, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayuş ve köpekleri Kıtmir'in isimleri bu levhada gemi biçimi verilerek yazılmış; altın, siyah ve yeşille renklendirilmiştir. İsmail Derdi'nin bu levhası Topkapı Sarayı'ndadır.


MEHMED ŞEFİK BEY

1819'da Beşiktaş'ta, Kılıçali Mahallesi'nde dünyaya geldi. Önce Lâz Ömer adında bir hattattan, sonra teyzesinin kocası olan ve hat sanatının en büyük isimlerinden kabul edilen Kazasker Mustafa İzzet Efendi'den dersler aldı. Sülüs, Nesih, Celi Divani ve Siyakat cinsi yazılarda kısa zamanda şöhret sahibi olan Mehmed Şefik Bey, sarayda yıllarca hat hocalığı yaptı ve İstanbul dışındaki çok sayıda cami için de levhalar hazırladı. 1879'da İstanbul'da vefat eden hattat, Beşiktaş'daki Yahya Efendi Türbesi'ne defnedildi.



ŞEYH HAMDULLAH:

Türk hattının en büyük ismi kabul edilen ve 1436'yla 1520 yılları arasında yaşayan Şeyh Hamdullah'ın bu levhası yazı meşklerinden oluşuyor. Hattatların yazı yazmaya başlamadan önce ellerini alıştırmak veya boş zamanlarında ellerinin hassasiyetini kaybetmemeleri için yaptıkları harf veya kelimelerden oluşan yazı denemelerine 'meşk' adı verilir. Kâğıtta hiç boş yer bırakmadan, ters veya düz, hattâ üstüste yazılan bu tip yazılara ilk bakışta karalanmış gibi görünmelerinden dolayı 'karalama' da denir. Özellikle Şeyh Hamdullah'a ait yazı meşklerinin ve kıt'alarının toplandığı murakkalar kendi öğrencilerinin yanısıra yüzyıllar boyunca yeni hattatlar için de örnek oluşturmuştur.


MAHMUD CELÁLEDDİN:

1829'da ölen ve Şeyh Murad Türbesi'ne defnedilen Mahmud Celâleddin, Dağıstanlıydı. Meşketmek için gittiği Yamakzade Salih ve Ebubekir Raşid Efendiler, Mahmud Celâleddin'in sert tabiatlı olması dolayısıyla Mahmud Celâleddin'e ders vermeyi reddetmişler, o da evine kapanarak hattı eski üstadların yazılarını tek başına inceleyerek ve kendi kendine öğrenmişti. Türk hattında ayrı bir ekol kuran Mahmud Celâleddin'in sert tabiatının izleri yazılarında da hemen belli olmaktadır.


DERVİŞ ALİ:

Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen ve Türk hat sanatının en önemli isimlerinden olan Derviş Ali, Yeniçeri Aağalarından Hüseyin Ağa tarafından yetiştirildi. Sülüs ve nesih yazıyı Halid-i Erzurumu'den meşketti. Şeyh Hamdullah üslubunun en önemli temsilcilerinden olan sanatkâr 1673'te İstanbul'da vefat etti ve sur dışında defnedildi. Hattatın maharetini bütün özellikleriyle gösteren bu Mülk Suresi, hâlen Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza ediliyor.


AHMED KARAHİSARİ:

Bir adı da Şemseddin olan Türk hat sanatının bu büyük ustası 1468'da, isminden de anlaşılacağı gibi Afyonkarahisar'da doğdu. Hat derslerini zamanının meşhur sanatkÁrı Esadullah Kirmani'den aldı. 'Kalem-i müsenna' adı verilen celi hatta yani büyük boy yazıda ustalığı diğer yazılarından daha üstündü. Süleymaniye Camii'nin büyük kubbesindeki yazıları kölesi Hasan Çelebi ile beraber hazırladı. 90 yaşına yaklaştığı sırada, 1556'da vefat eden Ahmed Karahisari Türk hat sanatının en büyük isimlerindendi.

Linkwithin

Related Posts with Thumbnails

Tarih Sayfalarında Konu Paylaşılmıştır...

Etiketler

12 Eylül Abide Şahsiyetler Adnan Menderes AkŞemseddin Alp Arslan Antlaşmalar Ashab-ı Kiram Asr-ı Saadet Atatürk Atatürk Yazı Atatürk'ün Konuşmaları Barbaros Hayreddin Paşa Burak Reis Cahiliye Dönemi Cezzar Ahmet Paşa Cumhuriyet Tarihi Cumhuriyet Yönetimi Çanakkale Savaşı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa Dumlupınar Edebiyat Ermeni Meselesi Ertuğrul Gazi Ficar Savaşları Fil Vakası Gazi Osman Paşa Haritalar Hasan Tahsin Haşimiler Hicaz Demiryolu Hocali Katliami Hz Ömer R.a Hz Peygamberimiz s.a.v I. Kılıç Arslan İslam Tarihi İstanbulun Fethi İstiklal Savaşı Kanuni Sultan Süleyman Kaptan-ı Deryalar Karapapak Mihrali Bey Kaymakam Kemal Bey Kaynakçalar Kıssadan Hisse Kurtuluş Savaşı Kuyucu Murat Paşa Malkoçoğulları Mehmet Akif Ersoy Mehter Melikşah Milli Cemiyetler Milli Mücadele Nizamname Orhan Gazi Osmalıda Sosyal Müesseseler Osman Gazi Osmanlı Alimleri Osmanlı Kaynakça Osmanlı Kronolojisi Osmanlı Paşaları Osmanlı Şeceresi Osmanlı Tarihi Osmanlıda Bilim ve Sanat Osmanlıda Kurumlar Osmanlıdaki Akıncılar Osmanli Osmanli Sultanlari Piri Reis Röportaj Sahabe-i Kiram Sarıkamış Savaşlar ve Cepheler Slayt Sultan Abdülaziz Sultan Abdülmecid Sultan I. Abdülhamid Sultan I. Ahmed Sultan I. İbrahim Sultan I. Mahmud Sultan I. Mehmed Çelebi Sultan I. Murad Sultan I. Mustafa Sultan II. Abdülhamid Sultan II. Ahmet Sultan II. Bayezid Sultan II. Mahmud Sultan II. Murad Sultan II. Mustafa Sultan II. Osman (Genç Osman) Sultan II. Selim Sultan II. Süleyman Sultan II.Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) Sultan III. Ahmed Sultan III. Mehmed Sultan III. Murad Sultan III. Mustafa Sultan III. Osman Sultan III. Selim Sultan IV. Mehmed Sultan IV. Murat Sultan IV. Mustafa Sultan V. Mehmed Reşat Sultan V. Murad Sultan Vahideddin Şehit Tarhuncu Sarı Ahmed Paşa Tuğrul Bey Türk Türk Beyleri Türk Beylikleri Türk Devletleri Türk Sultanları Türk Tarihi Uzun Hasan Vezir Yavuz Sultan Selim Yedi Sekiz Hasan Paşa Yıldırım Beyazıd

Archive

Bu blogda yazılan her yeni yazıdan gününde haberdar olmak ister misin?
Cevabın evet ise sana e-posta aboneliğini önerebilirim. Böylece her yeni yazı için posta kutunuza mail düşecektir.

E-posta adresinizi yazın:

Tarih Sayfaların'da yayınlanacak yeni yazılar e-mail adresinize gelsin.

Post Link

İzleyiciler