Tarih Sayfaları

Göktürklerin Kısa Tarihi

Gönderen BlogMan 27 Mart 2010 0 yorum


Asya Hun imparatorluğundan sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü bakımıyla 2. büyük Türk imparatorluğu olan Gök Türk Kağanlığı, "Türk" adını ilk kez kullanan Türk devleti olmuştur. Nitekim onlardan sonradır ki Türk adı, Gök Türklerin dışındaki Türk toplulukları için de kullanılır olmuştur.
Bugün öbür Türk devlet ve topluluklarından ayırt etmek üzere Gök Türk (Kök Türk ya da Kök Türük) dediğimiz bu topluluk ve devletin adı "Türk" veya "Türük" idi. Ancak, yazıtların bir yerinde Gök Türk olarak geçer ki, "Gök'e mensup, tanrısal Türk" anlamına gelen bu kullanım V. Thomsen'e göre kağanlığın parlak dönemine işâret etmekte olmalıdır (herhalde Mùgān (Mu-kan) Kagan木杆可汗 zamânı).
Gök Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya Hunlarından iniyorlardı. Yönetici âile olan Āshǐnà (A-shih-na) 阿史那 boyunun bir dişi kurttan türediğine ilişkin o çağda yaygın olan söylenceler Gök Türklerin erken târihini efsânelerle karıştırmaktadır. Gök Türklerin adı târihte ilk kez 542 yılında geçmektedir. 552 yılında önderleri Bumın komutasında, bağlı oldukları Ruánruán (Juan-Juan) 蠕蠕 Kağanlığı’na karşı ayaklanarak kendi devletlerini kurdular. Mùgān (Mu-kan) Kagan木杆可汗 (553-572) döneminde en güçlü dönemlerini yaşadılar; bu sırada, Bumın’ın kardeşi İstemi Yabgu (552-576) da Türkistan bölgesini ele geçirerek burada özerk bir yönetim kurmuştur. Bozkır sahasında ve Türkistan’da bulunan irili ufaklı pek çok halk ve devlet Gök Türklere bağlanırlarken Kuzey Çin’deki devletler de Gök Türk baskısı altında kaldı. Ancak devletin gücü 581 yılından îtibâren yavaş yavaş azalmaya, iç çatışmalar ise artmaya başladı; bir yandan ise, Suí 隋 Hânedânı egemenliğinde birleşen Çin yükselişe geçti. Zaman zaman güçlerini toparlayan Gök Türkler Çin’e ve Sâsânî Îrân’a zorlu anlar yaşattılarsa da Doğu Gök Türk Kağanlığı 630 yılında Çin’deki Táng (T’ang) 唐 Hânedânı tarafından yıkıldı; aynı yılda da Batı Gök Türk Kağanlığı Çin’e bağlandı. 656 yılına kadar iç karışıklar arasında Çin’e direnmeye çalışan Batı Gök Türkler, bu târihten sonra artık tamâmen Çin egemenliği altına girdiler. Nitekim son kukla Batı Gök Türk kağanı da 739 yılında Türgişler tarafından öldürüldü.
7. yüzyılın ikinci yarısında Batı Gök Türk topraklarında egemenlik fiilî olarak Türgiş güdümündeki On Ok boylarına geçmişti. Doğu Gök Türkler ise 630’dan sonra topluca Çin’in orta bölgelerine yerleştirilmişlerdi. Ancak 735’de Jiéshèshuài (Chieh-she-shuai, Nihal Atsız’ın romanında Kür Şad olarak karakterleştirdiği kişi) 結社率 adında bir Gök Türk tigininin Çin imparatorluk sarayını basmaya kalkışması ve bu uğurda ölmesi, Çinlileri korkuttu ve Gök Türklerin Orta Çin’den çıkarılarak Kuzey Çin’e yerleştirilmelerine yol açtı. En son ayaklanmaları 650’de bastırılmış olan Doğu Gök Türkler, Kuzey Çin’de 679-681 yılları arasında arka arkaya üç büyük ayaklanma çıkardılar. İlk iki ayaklanma kanlı bir biçimde bastırılmışsa da kağan soyundan gelen Kutlug’un ayaklanması başarıya ulaştı ve Kutlug, İltiriş Kagan (682-691) unvânını alarak Doğu Gök Türk Kağanlığı’nı yeniden kurdu. Bu devlet, gücünün zirvesine Kapgan Kagan (691-716) döneminde ulaştı; nitekim Gök Türkler, kağanlıkları yıkıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuşan ya da Çin’e bağlanan boyları yeniden egemenlikleri altına aldılar. Bilge Kagan’ın (716-734) ölümünün ardından iç karışıklara sürüklenen kağanlık, 744 yılında Uygurlar, Basmıllar ve Karluklar’dan oluşan bir koalisyon tarafından yıkıldı.
Gök Türkler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Türk adını kullanan ilk Türk topluluğudur ve onlar sâyesinde Türk adı, Türk kavimlerinin ortak adı olmuştur. Ayrıca Gök Türkler, bugünkü bulgulara göre Avrasya’nın atlı-göçebe toplulukları arasında yazıyı ilk kullanan kavim olmuşlardır. Nitekim Türkçe’nin ilk metinleri de Gök Türkler tarafından yazılmış (Orhon [Orhun, Orkun] Anıtları gibi) ve Türkçe artık bir yazı dili hâline gelmeye başlamıştır. Bunun dışında, Gök Türkler Kırım’dan Mançurya’ya uzanan imparatorlukları ile kendilerinden önce var olan göçebe imparatorlukları da büyüklük açısından geçmişlerdir; bozkır göçebelerinin kurdukları imparatorluklar arasında büyüklük konusunda Gök Türkleri ilk ve tek geçen imparatorluk, Moğol İmparatorluğu olmuştur.

Ramazanoğulları

Gönderen BlogMan 0 yorum


RAMAZANOĞULLARI

Bu ailenin tarihte görünüşünden Osmanlılarla münasebetine kadar olan tarihleri Memluk devleti ile bağlı olduğundan bunların beyliklerine dair o kaynaklarda Osmanlı tarihleri ve daha başka bir iki eserden yararlanılarak yazılmıştır. Ramazanoğulları Adana Tarsus Sis Misis Ayas(Yumurtalık) Payas ve çevresine yerleşmiş Yüregirli bir Türkmen boyuna mensup olup Oğuzların Üçoklu kolundandır. Beyliğine ismialem olan Türkmen beyi Ramazan’ın ismine tarihte ilk defa hicri 754 miladi 1353 senesi vekayiinde tesadüf ediyoruz. O tarihte Memluk devleti valilerinden Beyboğa’nın isyanı esnasında Dulkadir Bey’i Karacanın Beyboğa ile birlikte Memluk Sultanı aleyhinde hareket etmesi üzerinde Dulkadir Beyliği Türkmen beylerinden Ramazan Bey’e verilmişti.
Ramazan Bey’den sonra Türkmen Beyi ve Adana hâkimi olarak hicri 780 miladi 1378’de Ramazan oğlu Sârımüddin İbrahim’i görüyoruz. Bu kişi Adana Sis Misis Ayas Payas taraflarını ihtiva eden Memluk Sultanlarına bağlı bir beylik kurmuştur. Ramazanoğlu Sârımüddin İbrahim Bey Memluklularla mücadele halinde bulunarak hicri 783 miladi 1381’de Sis taraflarına kadar gelmiş olan Memluk kumandanı Emir Hüsameddin Toruntay ile görüşerek ona eşlik etmiştir. İbrahim Bey hicri 785 miladi 1383’te Karamanoğluyla birleşerek Memluk hükümetine karşı tekrar ayaklandı ise de mağlup oldu ve Halep naibi Emir Yolboğa tarafından yakalanarak kardeşi Kara Mehmet’le birlikte katledildiler.
Sârımüddin İbrahim Bey’in katlinden sonra Adana valisi ve Türkmen Beyi olan kardeşi Şahabüddin Ahmet hicri 803 miladi 1400’de Timur’un Suriye’den geri dönüşünü müteakip Halep şehrini Timurlulardan geri almış ve bu olayla Memluk devletine hizmet etmiştir. Şahabüddin Ahmet 1410’da Kahire’ye gitti. Sultan Ferec’e kızını verdi. Hicri 818 miladi 1416’da vefat eden Ahmet Bey’den sonra evladı ve yeğenleri arasında 2 sene sürecek olan hükümet kavgası baş gösterdi. Memlukluların himayesiyle İbrahim Bey Adana valisi ve Türkmen Emir’i olduysa da aile arasındaki kanlı mücadeleler bitmedi. İbrahim Bey hicri 821 miladi 1418’de Memluk hükümetine ait olan Tarsus şehrini bir sene sonra da Dulkadirliler elindeki Kayseri’yi zapt için Karamanoğlu ile birlikte hareket etti. Bunlardan ilkinde başarılı oldu ise de ikincide mağlup olarak çekildi. Müttefiki Karamanoğlu Mehmet Bey de esir düştü.
Bu vakalar üzerine İbrahim Bey Adana Valiliğinden azledilip yerine oğlu Hamza Bey tayin oldu. Hamza Bey 1426 senesinde öldürülünceye kadar babası ve amcaları Ali ve Mehmet Beylerle uğraşmaya mecbur olmuştur. Babası İbrahim Bey azlinden sonra da muhalefete devam etti. Ve nihayet hicri 830 miladi 1427 yılı sonlarında Karamanoğlu tarafından yakalanarak Kahire’ye getirilip orada katledilmiş ve Ramazanoğlu Beyliği İbrahim’in kardeşi Mehmet Bey’e verilmiştir. (832 muharrem, 142? Ekim) Mehmet Bey’e karşı da diğer kardeşi Ali bin Ahmed mücadeleye kalkmış ve oda beylikte bulunmuştur. Daha sonra Ali ve Mehmet Beyler birbirine düştüklerinden Adana Tarsus ve çevresi karışıklıklara sahne olmuştur. 15. asrın son yarısında Ramazanoğlu Beyliğinde Ömer Beyle kardeşi Davut bulunmaktaydı. Davut Bey Memlukluların yardımıyla Adana Beyliğini elde edip büyük oranda sükûneti sağladı. Davut 1480 senesinde Diyarbakır taraflarındaki Akkoyunlu ve Memluk savaşlarından birinde öldürüldüğünden yerine oğlu Halil Bey 1480’den 1510 senesine kadar 30 sene Adana beyliğinde bulunmuş Osmanlı Devleti ile dostluk kurmuştur. Gerek bunun gerekse yerine geçen kardeşi Mahmud Bey’in Osmanlı dostluğu siyaseti Ramazanoğulları üzerindeki Memluklulara karşı olan rabıtayı(bağları) gevşetti. İstanbul’a kadar gelen Mahmud Bey Yavuz Sultan Selim ile beraber Mısır Seferi’nde bulunarak Adana valiliğine Pirî Mehmed (1517) ve daha sonra oğullarından Derviş Mehmet Bey 1568 ve İbrahim Bey (1569) 1586’da ise Mehmet Paşa Adana valisi oldular. Mehmed Paşa’nın Ocak 1608’de vefatı üzerine de en son vali oğlu Pir Mansur Bey’in 1608’de beylikten çekilmesi üzerine Adana doğrudan doğruya Osmanlı vilayeti sayıldı.



Trakya Üniversitesi Tarih Bölümü 1. Sınıf Ders Notlarıdır. YuSuFiSL@M tarafından sanal ortama aktarılmıştır...


Başlangıçta Elbistan ve Maraş taraflarında oturmuş olan ve Oğuzların Bozok kolundan olan Dulkadir Türkmenleri yiğitlik ve cesaretleriyle tanınmışlardır. Bunlar birçok siyasi olaydan etkilenerek 1339’da Maraş ve Elbistan taraflarında Memluk Devleti hâkimiyeti altında olarak bir beylik kurmuşlar ve daha sonra sınırlarını genişleterek Malatya ve Harput taraflarına kadar gitmişlerdir. Bu beyliğin kuruluş tarihi 14. asrın ilk yarısıdır. Dulkadirlilerin ilk hükümet reisi Zeynüddin Karaca Bey’dir. Karaca Bey aşiret reisi iken Memluk Sultanının Ermenilerle yaptığı muharebelere katılmış ve cesareti dolayısıyla Memluk kumandanlarının güvenini kazanmıştı. 1339’da Eretna Bey’in elinden Elbistan’ı alan Karaca Bey orayı kendisine merkez yapmış ve 1 sene sonra da Memluk Sultanı Melik Nâsır Mehmet tarafından kendisine Türkmenler Beyliği ve Elbistan valiliği verilmiştir. Karaca Bey bundan sonra Sis Ermenileriyle yaptığı başarılı çarpışmalar dolayısıyla ünlenerek Memluk kumandanlarının başaramadıkları işleri başardı. Bu nedenle kumandanlar Karaca Bey’i çekemediler. Bir bahane ile asi damgası vurup üzerine kuvvet gönderdilerse de Karaca Bey o kuvvetleri de yenerek Halep taraflarında epeyce yer aldı. Bu başarılardan dolayı şımardı. Ve Melik Zahir unvanıyla hükümdarlığa bile kalkıştı. (1348) Karaca Bey durumunu sağlamlaştırmak ve Memluk hükümeti tarafından gelecek darbeyi karşılamak için kendisine yardımcı arıyordu. İşte tam bu sırada Memluk Beylerinden olup isyan eden Beyboğa ile birleşti ise de Beyboğa’yı mağlup eden Memluk kuvvetlerine karşı koyamayan Karca Bey Sivas ve kayseri hükümdarı Eretna oğlu Mehmet Bey’e iltica ettiyse de Mehmet Bey Karaca’yı Memluklara teslim ettiğinden Kahire’ye gönderilip orada “bab-ı zevile’de” asıldı. (1353)
Karaca Bey’den sonra Memluk devletine itaat etmek şartıyla Elbistan valiliğine Karaca Bey’in Memluk devletine itaat etmek şartıyla Elbistan valiliğine Karaca Bey’in oğlu Halil Bey tayin edildi. Halil Bey Maraş Malatya Harput Behinsi ve Amik taraflarını alarak hudutlarını genişletti. Memluk Devleti ile de çatışmaktan çekinmedi. Hatta üzerine gönderilen iki Memluk ordusunu fena halde bozguna uğrattı. Bunun üzerine Dulkadiroğlu meselesini kesin surette halletmeye karar veren Memluk hükümetinin gönderdiği ordu Halil Beyi Harput kalesine çekilmeye mecbur etti. Halil Bey’in bu başarısızlığının sebebi Memlukların Dulkadir ailesi arasına giren fitne fesattır. Memluk Devleti bu durumdan yararlanarak Dulkadir ailesinden bazılarını kendi tarafına çekerek Halil Bey’e suikast yaptırdı. Yani Halil Bey’in biraderi ve Harput Bey’i olan İbrahim Bey Memluklulara bağlılığı sebebiyle Harput’ta bulunan biraderi Halil Bey’i katletti.(1386) Mezarı Melik Gazi Köyündeki türbesindedir. Halil Bey’in yerine kardeşlerinden Süli Bey geçti. Süli Bey ilk zamanlarda Memluklulara karşı olan Karaman ve Ramazanoğlullarıyla sonrada Memluklularla uğraştı. Memlukluların biraderi Halil’e yaptığı gibi Sultan Berkuk’un emriyle bir suikast ile Süli Bey ortadan kaldırıldı. (1397) Süli Bey Osmanlılar ve Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed ile dostluk ilişkisi kurarak Burhaneddin Ahmed’e ve henüz şehzade olan Çelebi Mehmed’e kızlarını vermiştir. Süli Bey yerine oğlu Sadaka tayin edildi. Sonra ondan vazgeçilerek Halil Bey’in oğlu Nasıruddin Mehmed getirildi. Bunlar birbirine düştüler. Memluk Sultanı Berkuk’un siyaseti de buydu. Nasıruddin Mehmed Bey Memluk devleti ile hoş geçinme siyaseti takip etti. Hatta Anadolu’ya giren Timur ordusunu Elbistan Türkmenleri ile yaptığı baskınlarla taciz eyleyerek Memluklulara bağlılığını fiilen gösterdiyse de Timur Elbistan’ı işgal Malatya ile Behisni’yi tahrir ettiğinden Nasıruddin Mehmed ister istemez Timur’a itaate mecbur oldu. Nasıruddin Mehmed 1412’de Ankara’ya gelerek Çelebi Mehmet’le görüşmüş ve aralarında dostluk kurulmuştu. Nasıruddin Mehmed iki defa Memluklularla bozuştuysa da coğrafi durumu onlarla hoş geçinmesini gerektirdiğinden muhalefeti bırakarak dostane bir şekilde yaşamaya mecbur olmuştur. Bu da amcası Süli Bey gibi Memluklularla mücadele eden Karamanoğulları ve Ramazanoğullarıyla sürekli uğraşmış ve Karamanoğullarının elindeki kayseri şehri hizmetine mükâfat olarak ona verilmiştir.
Bundan başka Karaman ve Ramazanoğullarını bir savaşta mağlup ederek Karamanoğlu Mahmut Bey’i esir almıştır. (1419) Daha sonra 1436’da Memluk Sultanı Baybars’ın düşmanı olan Canbey Sofu’yu yakaladığı halde ona teslim etmemesinden dolayı elindeki Kayseri şehri Karamanoğullarına verildi. Nasıruddin Mehmet Bey Kayseri’yi kurtarmak için burada vali olan oğlu Süleyman Bey’i Osmanlı hükümdarına göndermiş ve onların yardımıyla Kayseri yine Dulkadirlilerin eline geçmiştir. (1436) Nasıruddin Mehmet Bey bundan sonra Memluk devletine sadakatini göstermek üzere Kahire’ye kadar giderek bir süre orada kaldı. Sonra dönüşünde çok yaşlı bir kimse olarak vefat etti.(1442) Nasıruddin Bey’den sonra Dulkadir Beyliği Malatya valisi olan oğlu Süleyman Bey’e verilmiştir. Süleyman Bey babasının Osmanlılar ve Memluklular ile olan dostluğunu devam ettirdi. Kızı SİTTİ MÜKRİME hatunu 1449’da Sultan II. Murat’ın oğlu şehzade Mehmed (II. Mehmed)’e diğer kızını da Memluk sultanı Melik Zahir Çakmak’a vererek aradaki bağları kuvvetlendirdi. Süleyman Bey 1454’te vefat ederek yerine oğlu Melik Arslan Dulkadir Bey’i olduysa da Dulkadir Beyliğinde zayıflamalar başladı. Akkoyunlu Uzun Hasan Bey bunlardan Harput’u aldı. Memluklulardan yardım istemek üzere Kahire’ye giden Melik Arslan kardeşi Şah Budak tarafından ayarlanmış bir fedai tarafından namaz kılarken camide öldürüldü.(1465) Melik Arslan’ın yerine Memluk Sultanı Kayık tarafından Şah Budak Dulkadir Bey’i olarak tayin edildi. Fakat Dulkadirliler kardeşinin katili olan Şah Budak’ı istemeyerek Osmanlılara başvurdular Şah Budak Mısır’a kaçtı. (1466) Onun yerine Nasıruddin Mehmed’in oğlu Rüstem Bey Memluk Sultanı tarafından Dulkadir Beyi tayin edildi. Fakat Osmanlı hükümeti de oraya Şah Budak’ın diğer biraderi Şehsuvar Bey’i tayin etmişti. Bu nedenle Dulkadir meselesi Osmanlılarla Memluklular arasındaki dostluğun bozulmasına ve bu iki büyük devletin çarpışmasına sebep oldu. Osmanlı devleti himayesinde olan Şehsuvar Bey 1466’da Dulkadir memleketine tamamen sahip olunca Rüstem Bey açıkta kaldı. Şehsuvar Bey Memluklular ve Ramazanoğlullarına karşı başarıyla savaştı. Halep taraflarına akınlar yaptı. Fakat Emir Yeşbek kumandasıyla üzerine gönderilen Memluk ordusu 1471’de Şehsuvar’ı Antep muharebesinde mağlup etti. Zamantı Kalesine kaçan Şehsuvar Bey orada kuşatılıp teslim olduktan sonra Kahire’ye gönderilerek Sultan Kayıkbayın emriyle bab-ı zevile’de asıldı. Bu başarı üzerine Memluk Sultanı Şah budak’ı 2. defa Dulkadir Türkmen Beyliğine tayin etti. Osmanlılar da buna karşı kardeşi Alaüddevle Bozkurt Beyi seçtiler. Osmanlıların seçtiği bu yeni Dulkadir beyi kurnazca hareket ederek memluklulara güler yüz göstermek suretiyle biraderi Şah Budak’ı ortadan kaldırdıktan sonra bir müddet de Osmanlılara sadıkane hizmet etti. Kızı Ayşe Hatun’u Sultan II. Bayezid’e vererek bağlarını kuvvetlendirdi. Alaüddevle cesur bir beydi. Bir ara Diyarbakır’ı Akkoyunlulardan almış. Şah İsmail’le de bir kaç defa çarpışmış ise de başarılı olamamıştır. Osmanlılarla Memluklular arasındaki savaşlarda Herkes oğlu Ahmed ve Hadım Ali Paşaların başarılı olamamaları üzerine ve Memlukların teşviki ile Osmanlılara karşı cephe alan Alaüddevle’ye karşı o zaman hiçbir şey yapılamamıştır. İran seferi ve Çaldıran’ı takriben 1515’te üzerine veziri azam Hadım Sinan Paşa kumandasında gönderilen Osmanlı kuvvetleri kendisini Turnadağ muharebesinde mağlup ettikten sonra yakalanarak 4 oğluyla beraber katledilmiştir. Alaüddevle’nin başı hamisi olan Memluk sultanına gönderilmişti. Alaüddevle’nin ölümünden sonra Memlukların bu aile üzerindeki nüfusları sonra ererek Dulkadir memleketleri Osmanlılara geçmiş ve beyliğe de Osmanlı padişahı adına hutbe okutmak ve para bastırmak şartıyla Şehsuvar oğlu Ali Paşa tayin edilmiştir. Ali Paşa Osmanlıların Mısır seferinde ve Şam valisi Canberdi Gazali isyanında çok önemli hizmetlerde bulundu. Ali Paşa’nın son başarılarını kıskanan vezir Ferhat Paşa2nın karalamalarıyla hakkındaki güven sarsıldığından bir hile ile Elbistan’dan çıkarılarak 4 oğlu ile beraber Ferhat Paşa’nın Artıkova karargâhında katledildi.(1521) Bundan sonra Dulkadir beyliği Maraş, Malatya, Antep, Zulkadiriyye, Zümeysat sancaklarını içeren beylerbeylik olmuştur.
Dulkadiroğlularından Alaüddevle Bozkurt Bey’in Maraş, Antep, Antakya, Bahçe, Kadirli, Andırın, Elbistan, Bozok (Yozgat) ve Kırşehir’de cami, medrese, imaret, türbe ve zaviye gibi tesisleri vardır. Nasıruddin Mehmet Bey’e ait Kayseri’de Hatuniye Medresesi, Şehsuvarzade Ali Paşa’nın Kırşehir Ali Bektaş’ta Balım Sultan Türbesi, Körşahruh’un Kayseri Sivas yolu üzerinde köprüsü Dulkadiroğullarından kalmış eserlerdir. Dulkadiroğulları Memluk devletine tabi olduklarından paraları yoktur.




Trakya Üniversitesi Tarih Bölümü 1. Sınıf Ders Notlarıdır. YuSuFiSL@M tarafından sanal ortama aktarılmıştır...


Ermeniler; Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part, Sasani, Bizans, Arap ve Türklerin hakimiyeti altında yaşamışlardır. Ermenileri Bizans'ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını bahşeden, Selçuklu Türkleri olmuştur. Fatih döneminde ise, Ermenilere din ve vicdan hürriyeti en üst düzeyde verilmiş, Ermeni cemaati için dini ve sosyal faaliyetlerini yönetmek üzere Ermeni Patrikliği kurulmuştur.
Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu'nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu'ya girişlerinden sonra; Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici töre ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, "Ermenilerin altın çağı" olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin çalışan, liyakatli, dürüst ve üretken her teb'asına sağladığı imkanlardan Gayr-i Müslimler içinde en çok faydalananlar; Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka" olarak kabul edilmişlerdir.
İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşu tarihte eşine zor rastlanır bir olaydır: Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni episkoposluğunu, çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın, başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görülmüştür.
"Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." diyen günümüzün Ermeni Patriği II. Mesrob'un sözleri de bu olayın önemini doğrulmaktadır.
Nitekim, Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar ve hatta Osmanlı Devleti'nin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler yazanlar bile olmuştur.
Ancak Osmanlı Devleti'nin zayıflamaya başladığı dönemlerde, bazı devletlerin vaatlerine kanan Ermeniler, on binlerce Türk ve Ermeni'nin ölümüyle sonuçlanan isyan ve katliamlara başlamışlardır ve bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.

Türk Mitolojisi

Gönderen BlogMan 0 yorum


ASENA

Eski Türk mitolojisine göre dişi bir kurtdur.

Göktürk kaynaklı sözlü geleneğe göre toplu katliama uğramış Aşina (Zena veya Asen) soyundan bir bebeği bir dişi kurt kurtarır, emzirir ve korur. Bu bebeğin daha sonra Göktürk İmparatorluğu'nu kuracak olan Aşina (Zena veya Asen) so yunun atası olduğu iddia edilir.


Mitoloji ile ilgili bu madde bir taslaktır. Maddenin içeriğini geliştirerek Vikipedi'ye katkıda bulunabilirsiniz.

Erlik

Kamcı Türk Mitolojisi'nde kötülük Tanrısı. Anlamı 'güçlü'dür. Kıranları yapan tanrıdır. Kızları Kara Kızlarkuttörenleri sırasında kamları baştan çıkarıp, onların başarısız olmalarına neden olurlar. Erlik ile iletişime geçen kamlara Kara Kam denir.

Ülgen

Ülgen, Türk mitolojisinde (kamcı inanç döneminde) Türklerin iyilik tanrısıdır. Tek Tanrı inancında Göktanrı ile bir tutulmuştur. Bai Ulgan, Ulgan gibi adlarla Sibirya kavimlerince de yaratıcı tanrı olarak anılır.
Ak Kamlarönbilicilik için bu Tanrı'ya, Tanrı'nın kızları Ak Kızlar aracılığıyla başvurur. Türk Mitolojisi'ndeki karşı imgesi Erlik dir.

Ayrıca;

Kam

KamKam kelimesinin çeşitli manaları ve kullanımları vardır:
Kam; (mekanik) Mekanikte sırası ile kendisine temas eden düzenekleri harekete geçirmeye yarayan metal uzantı.
Kam; (din) Türk şamanizminde şaman.
Kam; Kham, Kamoz olarak da adlandırılan Afganistan'ın bir bölgesi.
Kâm; Farsça kökenli "dilek", "zevk", "mutluluk", "tat" gibi manalara gelen kelime, isim.
Kam; (osmanlıca) Eski dilde "zaman", "devre", "yüzyıl" gibi manalara gelen kelime, isim.
Tengri

"Tengri" kadim Türk lehçelerinde ortak olarak "Allah" anlamında kullanılan kelimenin Türkiye Türkçesinde "Tanrı" sözüne evrilmiş öncülüdür.
Divân-ı Lügati’t-Türk’ün son olarak Kabalcı Yayınevi tarafından yapılan güncelleştirilmiş baskısında Tengri kelimesi “Tengri: Allah azze ve celle” karşılığı ile hiçbir şüphe olmaksızın verilmektedir.
Antropolojik veriler ve bu verilere istinaden yapılan etnografik çalışmalar eski çağlardan bu yana, “Tengri” kelimesi ve benzerlerinin Türkler arasında “ilahi düzen ve bu düzeni yaratıp, sürdüren “ulu bir güç kaynağı” anlamında kullanıldığını göstermiştir. Türklerin “Tengri” anlayışı, hiçbir şey yaratabilemeyen ve zaten kendileri de -önce kavram olarak sonrasında da somut nesneler olarak- yaratılmış olan putlara benzer bir karşılığa sahip olmamıştır.
Yakut dilinde Tangara; Kuman dilinde Tengre; Karaim dilinde Tangrı; Çuvaş Türkçesinde Tura; Hakas dilinde Tigir; Tuva dilinde Deyri; Kırgız-Kazak Türkçesinde Tengri;Tatar dilinde Tengre; Karaçay-Malkar Türkçesinde Teyri; Azerbaycan Türkçesinde Tarı/Tanrı; Türkiye Türkçesinde Tanrı olarak kullanılması bile bu kelimelerin ifade ettiği kavramın Türk halkları arasındaki ortak kullanımının işaretidir.
İslami terminolojideki Allah kavramının karşılığı olarak Tengri; ilk ve ilahi başlangıcı bildirir, alemdeki her şey O’na bağlıdır ve bir şekilde O’ndan bir eser taşır. Algılanan alemin suları-denizleri; dağları-taşları, ağaçları-kuşları kendi özgün niteliklerinden varılabilecek “Tengri” işlevlerinin görüntüleridir. (TasavvuftakiTevhid-i Efal; Tevhid-i Sıfat - Tevhid-i Zat basamakları da buna benzer bir anlamı içerir. ) “Tengri” kavramına karşı çıkanların dayanağı olan halk inanışları, ancak buradaki inceliği ayırd edemeyen insanlar arasında yayılan “yanlış uygulama” ve “hurafe”lerin tenkidi anlamında bir anlam taşımaktadır.
Kaşgarlı Mahmud 1074 yılında yazımının tamamladığı kabul edilen eserinde Tengri kelimesinin anlamını verirken şu önemli tesbiti de yapmaktadır: “Kafirler –Allah’ın gazabı üzerlerine olsun-göğe “tengri” derler, aynı zamanda azametli gördükleri her şeyi, örneğin bir dağı ya da bir ağacı da “tengri” olarak adlandırır ve önünde secde ederler. Bunların sapkınlıklarından kaçarak Allah’a sığınırız.”
Görüldüğü gibi Kaşgarlı Mahmud da Tengri kelimesinin kullanımında hiçbir sakınca görmezken bu kelimeyi kullananların düştükleri şirk -ve hatta küfür- hatasını savunma gibi bir yanlıştan sakınmaktadır. Bu tenzihi tavrın bilincinde olan bir insanın Allah –azze ve celle- manasına Tengri kelimesini kullanmakla “din dışına çıkma” tehlikesi olabilir mi? Burada da şu ebedi ve nebevi gerçek hatırlanmalıdır: “Ameller niyetlere göredir.”
Ünlü Arab gezgin İbn Fadlan’ın naklettiğine göre o sıralarda İslam’a henüz girmiş olan Oğuz Türkleri herhangi bir zorluk ile karşılaştıklarında bakışlarını gökyüzüne yöneltip “Bir Tengri” derlermiş. Başta Kaşgarlı Mahmud olmak üzere İslami dönemin tüm yazarları Allah kasdıyla “Tengri” ismini kullandıkları gibi bütün kaynaklarda her işe; söze kutlu bir nitelik kazandırmak kasdıyla ilk önce “Ulu Tengri’nin adı” anıldıktan sonra başlanması gerektiğini bildirmişlerdir.
Türk tasavvuf tarihinin öncü ismi Ahmed Yesevi de Divan-ı Hikmet adı ile biraraya getirilen "hikmet" adlı şiirlerinin 12'sinde bu kelimeyi asli şekliyle " Tengri" olarak kullanmaktadır.
Anadolu tasavvufunun en önemli isimilerinden Yunus Emre ( XIII.yy.) ve Niyazi Mısri de şiirlerinde "Tengri" anlamındaki "Tanrı" ve eşdeğeri olarak "Çalab" kelimesini kullanmışlardır.

Türklerde Bozkurt Nedir

Gönderen BlogMan 0 yorum


Türk kültüründe Bozkurt'un manasını açıklayabilmek için kültürün tanımlanması gerekir. Özellikle kültürde sembolün öneminden bahsettikten sonra Bozkurt'un anlamını daha kolay kavrayabiliriz. Bir milletin kültürü ile mitolojisi birbirinden farklı kavramlar değildir, her ikisi de aynı hayat felsefesinden beslenmektedir. Kültür; bir milletin, dilini, sanatını, hukuk ve ahlak anlayışını, duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Çünkü bir milletin folklorunu ve edebiyatını belirleyen, mensuplarının idrak alemini oluşturan değerlerin özünde o milletin kültürü vardır. Kültürün özelliği, milleti meydana getiren fertlere kazandırmış olduğu idraktır. Bir kültürün sınırı, onun zihniyet ve imanı ile çevrelenmiştir. Kültürleri birbirinden ayıran, zihniyet ve iman farklarıdır. Aynı farklara sahip olan cemiyetlerin birbiri ile çarpışmasına sebep olur. Kültür çevreleri benzer olan veya benzer kaynaklardan beslenen kültürler olur ama bunlar birbirine tamamen benzemez. Her kültür, diğerlerinden farklı görünmek durumundadır, farklılık şuuru olarak isimlendireceğimiz bu durum, toplumun bütün hayat şekillerini başka kültürlerden ayrı olmaya, değişik bir üslûp kurmaya yönlendirmektedir. Milli kimlik yahut kişilik dediğimiz bu farklı oluş, düşünce biçiminden, kılık kıyafet; tavır ve davranış biçiminden, eğitime ve eğlenceye kadar hayatın her saha ve safhasında görülür. Mesela, aynı dine mensup olan milletlerin dinî anlayış şekilleri birbirinden farklıdır. Çünkü idrak alemini şekillendiren değer yargıları farklıdır. Bu farkı onaya çıkaran ise o milletin kültürüdür. Bu farklılıklar o milletin mimarî abidelerine, edebî eserlerine, musikî eserlerine, felsefî sistemlerine, v.s... yansır ve kültürün devamlılığını sağlar. Böylece gelecek nesillere yol gösterici olur, kaynaklık yapar. Her toplumun kültür değişimlerinin bir geçmişi vardır. Kaynağını ise o toplumun tarihi derinliklerinden alır. Bir kültür varsa, onun ait olduğu millet vardır. Millet özelliğine layık bir topluluk varsa, muhakkak bir kültürü vardır. Kültürler ve dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf ve adetler gibi unsurlar, ait oldukları cemiyetler kadar eski ve onlarla yaşıt sayılmalıdırlar. Bu kültür unsurları nesilden nesile intikal ederler. Bunun neticesi olarak da yeni nesiller bunları hazır bulurlar. Kültürü kalıcı kılan ve gelecek nesillere aktaran, kültürün değer yargılarıdır. Bu değer yargıları da kendini sembollerle yaşatır. İşte bu semboller kültürün en güçlü ve kalıcı kısmını oluşturur.

Kültürün genel manâda anlamını açıkladıktan sonra üzerinde durmamız gereken önemli bir kavram da "Türk Kültürü" kavramıdır. Bizim atalarımız Orta Asya'da, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Burası Çin ile sınırdaş olan bir ülkeydi. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin pek çoğunu (malesef) Çin tarih kaynaklarından öğreniyoruz.. Çin tarihçileri M.Ö. 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi 4000 yıllık bir tarihtir. Atalarımızın kültürü "Bozkır" kültürü olarak ifade edilmektedir. Bozkır kültürünü Türklerin siyasi ve sosyal yapısı oluşturmaktadır. Bu kültür, göç ve fetihler esnasında orada terk edilip gelinmiş değildir. Esasında, sosyolojik kaideler de göstermektedir ki kültür bir elbise gibi eskiyip atılmaz veya değiştirilemez.

Bozkurt, asırlardır yaşayan bir ülkünün, Büyük Türkçülük Ülküsü'nün sembolüdür. Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti'nin inanışlarındaki rolü üç şekildedir:

Ata olarak Bozkurt

Rehber olarak Bozkurt

Kurtarıcı olarak Bozkurt

Bozkurt'tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır. Türklerin millet hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda Bozkurt onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır. Ergenekon Destanı'nda ve Kut Dağı efsanesinde Bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk'ün zor duruma düştüğü zaman Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da taşımaktadır. Sanki Bozkurt manevi bir alemden Türk Milleti'nin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem Bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.

Bozkurt'un Türk destanlarındaki fonksiyonu tamamen semboliktir. Milletin büyüme, yayılma ve güçlenmesi için takip edilmesi gereken yolların işaretini destan maddî unsurlarla ifade etmektedir. Bozkurt'ta sembolize edilen fikir Türk birliğini sağlayan, Türklerin büyüyüp gelişmesini temin eden bir fikirdir. Türkler bu fikire inanıp riayet ettikçe hakimiyetlerini ve üstünlüklerini korumakta, bu fikirden ayrıldıkları zaman felakete uğramaktadırlar. Onları felaketlerden kurtaran da yine Bozkurt olmaktadır. İşte burada Bozkurt, bir ülkünün, yani sosyal bir hayat nizamının yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, Bozkurt asırlardır varolan bir ülkünün sembolüdür.

Eski Türkçe'de Bozkurt'a, "Kök Böri" (veya "Börü") adı verilirdi. Buradaki "Böri" (ya da "Börü") sözcüğü "Kurt" anlamına gelirken, "Kök" de bugünkü "Gök" sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. Fakat Kök (Gök) kelimesi mavi rengi tasvir etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, "Ulu" anlamında kullanılır. Mesela "Kök Tengri", "Ulu Tanrı" anlamına gelir.
Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:

Oğuz Destanı.

Bozkurt Destanı.

Ergenekon Destanı.

Göç Destanı.

Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.

Oğuz Destanı'nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.

Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.

Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-Çine (Boz-Kurt) adını almıştır.

Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.

Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:

Soyun devamını sağlamak.

Türkler'e kılavuzluk etmek.

Türkler'i felaketlerden kurtarmak.

Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Gök Türk kağan sülalesi olan Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök Türk kağanları, atalarının anısına saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. Böylece kurt başlı sancak, Türkler'de kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur. Ancak bu gelenek yalnızca Gök Türkler'e özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türkleri'ne ve Türkler'in eski atalarına değin gider. M.Ö.'ki Asya Hunları'nda ve hatta o çağlarda Batı Türkistan'da yaşayan U-sun (Wu-sun) Türkleri'nde, tıpkı bildiğimiz Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaç Türkleri'nde de vardı; Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt ırmakları" bulunmaktaydı. Uygur Türkleri'nin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur Kaganlığı, Gök Türk Kaganlığı'nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, Kök-Türk Kaganlığı'nın devamıdır).

Kurt, eski Türk kültüründe "at" ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır. Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun yol gösterdiğine inanmışlardır. Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.

Gök Türkler'e göre dişi kurt "ulu ana", Uygur Türkleri'ne göre de erkek kurt "ulu ata"dır. Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'a her sefere çıkışında gök bir kurt öncülük eder. Çingizname'de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.

Dede Korkut Öyküleri'nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. Yine Dede Korkut Öyküleri'nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan haber vermesini ister.

Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ''tipik''tir; yani, başka kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile Türk soyundan olan kavimler "Kurt'tan Türeyenler" olarak tanımlanırken, Türk soyundan olmayan kavimler "Kurt'tan Türeyenlerden Değildirler" biçiminde ayırdedilmiştir.

Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir varlıktır. Uygur Türkleri'nin Kutlu Dağ Destanı'nda kurt, ülkeye bolluk ve mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinliler'e verilmesinden sonra, üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni bir yurt arayan Türkler'e kılavuzluk etmişti.

Batıda (11. yüzyılın sonu) Kuman Türkleri'nde yardımına başvurulduğuna ilişkin kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Tabgaç Türkleri'nin ataları (yani Hun Türkleri) bir Bozkurt'un önderliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.

En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan, gün ışığının içinden çıkan bir Bozkurt'un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir. Şimdiki Bulgaristan topraklarında bulunan Madara'daki kaya kabartmasında görkemli bir atlı biçiminde gösterilen Kurum Han'ın yanındaki kurt tasviri de, Türk bozkurt geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir. Kurt motifi, çobancılık ve besicilikle (Eski Türkler'in ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk'tür. Bundan dolayı, bugün dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile Bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk'ün yaşam ve savaş gücünü temsil eder.

Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un beli kurt beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde "Kök Böri bolsungıl uran" ("Gök Börü olsun savaş narası") demiştir. Yine Oğuz Destanı'nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.

Kırgız Türkleri'nin büyük destanı Manas Destanı'nda kurt, bir düş yorumu olarak karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han'ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun'a şöyle derler: "Senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak..." Kırgız Türkleri, cins ve güzel atlara da ''Kök Böri'' (Gök Kurt, Boz Kurt) adını verirlerdi...

Alıntıdır ..Hüseyi Nihal Atsız Tanımlaması ve Yazısıdır.

Kürşat İhtilali

Gönderen BlogMan 0 yorum


KÜR ŞAD İHTİLALİ

Teoman Yabgu'nun Kuzey Asya'da Büyük Türk Hakanlığı'nı kurduğu yıldan, Milattan önce 220 yılından, 854 yıl geçmişti. Milad'ın 634. yılında Büyük Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girmişti. Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı'nın başında Göktürk hanedanı bulunuyordu. Türklerin en büyük ve an'anevi düşmanı, Çin İmparatorluğu idi. Göktürk hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk Kağan Çinliler , bir Çin prensesi olan eşi İçing Hatun eliyle zehirletmişlerdi. 621 de zehirlenerek ölen Çuluk Kağan'ın yerine kardeşi Kara Kağan geçti ve İçing Hatun'la, yani dul yengesiyle evlendi. Kara Kağan, zayıf bir şahsiyetti. Çinli eşinin entrikalarıyla büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. üst üste gelen soğuklar ve kıtlık yılları da Türk illerinde büyük zararlar meydana getirdi. Bu durumdan faydalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir ordu gönderdiler .Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle beraber Çinlilere esir oldu. 4 yıl Çin'de yaşadı Kederinden öldü.

Çinliler, Kara Kağan'ın yerine Doğu Göktürk prenslerinden Sirba Kağan'ı Türk imparatoru ilan ettiler .Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. Hayatı 9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin'e tabi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca Çin'in ve bütün Asya'nın efendisi olan Türkler , bu utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat gözlüyor , kendilerine bir lider arıyorlardı. Bu lider , ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kahraman, Çuluk Kağan'ın küçük oğlu, İçing Hatun'un üvey oğlu ve Kara Kağan'ın yeğeni, genç bir Türk imparatorluk prensiydi. Adı Kür Şad'dı. 40 kişilik bir ihtilal komitesi kuruldu ve Kür Şad'ı, çeşitli meziyetlerinden ötürü komitenin başbuğu seçti. Çinliler'i Türk yurdundan kovmak ve Çin'de esir yaşayan Türkleri kurtarmayı amaç edinen bu ihtilal komitesi başarı kazanırsa, Kür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti. Zira ihtilal tamamen milli bir gaye ile yapıldığından, hiç bir Türk'ün gönlüne şüphe düşmemesi lazımdı. Kür Şad'ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce komite üyelerinden birkaçı, Kür Şad'm müstakbel hakan olarak ilan edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine, ihtilal başarıya ulaşırsa, Kür Şad'ın ağabeyinin oğlu, yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı.

Bu sıralarda Çin'de 18. imparatorluk hanedanı olan Tanglar'dan 2. imparator Li Şih-min hüküm sürüyordu. Li Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık devletiydi. Kuzey Çin'de boyunduruk altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi : İmparator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri gelenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk topraklan ile değiştirilecekti. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz, yani Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler ayaklanacaklar , rastladıkları Çinli'yi öldürüp istiklal kazanacaklardı.

Çin İmparatoru'nun her gece kılık değiştirerek başkenti Çangan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafından haber alınmıştı. Bir sokak baskınıyla İmparator'un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilalin duyulacağından ve Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp İmparator'u silah kuvvetiyle ele geçirmek kararını verdi. Arkadaşlarının, Çinliler'le kıyas kabul etmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu.

Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin imparatorluk sarayını bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türkün keskin nişancılığı ve vuruş mahareti karşısında can verdi. Türk okları ve kılıçlan, yıldırımlar gibi yağıyor ve değdiği yerden sütunlar halinde kan boşanıyordu. Ancak Çin İmparatoru'nun hassa kuvvetleri, yerden mantar bitercesine çoğalıyor , bir ölü muhafızın yerini on kişi alıyordu. Öyle bir an geldi ki, Kür Şad, İmparator'un ele geçirilmesine imkan olmadığını anladı. Sarayı terk etmek emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçmaya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak icap ediyordu. Sarayı basan Türkler , sokaklarda göze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sarayın has ahırını basıp at ele geçirmekti. Öyle yapıldı. İmparatorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arkadaşı, seyisleri öldürdüler .Buldukları atlara atladılar . Bütün muhafız duvarlarını parçalayarak saraydan çıkıp gittiler. Şehir surlarının bir kapısını zorlayıp Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bütün bir Çin ordusu geliyordu. Vey ırmağı kıyısına gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma ha!ini aldı. Irmağa varan Kür Şad ve 39 yoldaşı, suyu geçemeden çinli1er tarafından durduruldular .Birkaç yüz Çin askeri, Türk oklarıyla vurulup düştü. Fakat 40 Türk’te artık değil dövüşecek, yay çekip kılıç savuracak takat kalmamıştı. Göz yaşartıcı, pek haşmetli bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınları karanlığın perdesini yırtmaya başladığı anlarda Kür Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar Her dakika bir Türk, Vey ırmağının san topraklar üzerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak fırsatı bulan ve vücudunda düşman silahı değmemiş yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sallayan kimse göremedi. Arkadaşlarının hepsi ö1müştü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarını, Teoman'ı, Oğuz Han'ı, Bumin ve İstemi Kağanlar'ı hatırına getirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefalı göğüslerine doğru düştü.

İhtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmedi. Bütün Türk illerinde, hiç bir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir İstiklal rüzgarı esti. 639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde 40 Türkün hayalden dahi geçirilemeyen baskını,Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar titretti.Türkler, Kür-Şad’ın kardeşleri ve yeğenleri , pek şanlı Göktürk hanedanından yeni başbuğlar buldular.İstiklal ülküsü, yeniden taşarak, bütün Çini basmak, yine Asya’nın efendisi olmak derecesinde coştu.

YILMAZ ÖZTUNA:TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR


Al Rengin Anlam ve Önemi

Türk mitolojisinde, Türklerin renklerle ilgisi önemli bir yer tutar; mavi (gök mazisi, Türkuaz), beyaz/ak ve al/kızıl renkleri başta gelir. Al renk kırmızıdan farklıdır, kutsal, Tanrısal renktir. Kırmızı renk adı Türkçe'de 12. asırdan önce pek görülmemektedir. Kırmızı, Türkçe'ye sonradan, Sogdca'dan veya Farsça'dan geçmiştir.

Oğuz/Türkmen boylarının çok eskiden beri al renkli börkler giydiği bilinmektedir. Börklerin bütününde al ya da bir diğer deyişle kızıl renk görülmekle beraber, başka renklere de tesadüf ediliyor ki, esas olan gelenek, bütün börklerde, tepe kısmının yani Tanrıya yüz tutan kısmın, Tanrısal renk saydıkları al renkten olmasıdır. Bu tarz bugün efelerin, zeybeklerin, seymenlerin v.s. folklorik başlıklarında da muhafaza edilmektedir.

Al renk adı kutsallık içerdiği içindir ki, Türkler, "kırmızı bayrak" değil "al bayrak," "kırmızı kan" değil "al kan," demişlerdir. Yermek, aşağılamak anlamında "karalamak" derken, yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, "allamak" sözünü kullanırlar. Bugün dilimizde kullandığımız "allamak pullamak" sözü de aynı maksatla kullanılır.
Türkler, al yahut kızıl rengi, Tanrısal renk, kutsal renk kabul ettikleri için, eski Türk inancına göre, Tek Tanrı veya Gök Tanrı'nın gökte olduğunun tasavvuru ile başlarına giydikleri börkün, Tanrıya karşı olan, yani tepe kısmında genellikle kızıl yahut al renk kullanmışlardır. Bir başka söyleyişle, başlıklarında, Tanrısal kutsallık verdikleri Kızıl rengi kullanarak Tanrıya tazimlerini bildirmiş oluyorlardı.

Kızıl yahut al renk, güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler eskiden, genellikle, şafak sökerken, ve akşam vakitlerinde, gökteki, "göyün kızıllığı" dedikleri bu görüntü anında dua ederlerdi. Türkler bu şekilde dua ile, sabah vakti onu karşılıyor, akşam vakti de onu yine dua ile uğurluyorlardı.

Kırmızı (al/Kızıl), mitolojik Türk kosmik anlayışında da, göğün zirvesini ve ateşi ifade eder. "Al", Türk lehçelerinde "yüksek", "yüce" ve "kudret" anlamlarına da gelir. Altay dağının adı aynı maksatla söylenmiş olup, Al=yüce-yüksek, tay=tağ/dağ demek olup Al-tay=yüce-ulu dağ, yüksek dağ anlamındadır. "Al" terkibindeki ilahi anlamlarla kutsiyet kazandırılmış olan Altay dağı, Şamanlarda, bir ruh ve tanrısal bir kutsiyetle yadedilir. Ayin ve dualarında da kutsal Altay dağına hitap edilir.

Halûk Tarcan, eski Türk dili ve mitolojisini incelediği kitabında konu ile ilgili ilginç görüşler ileri sürüyor: "... güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. Değdiği, kendisine verilen, yani al/dığı her şeyi yakar, kendi gibi alev, ateş haline getirir. Rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (Prof. Dr. A. İnan) (Al/ip gökyüzüne, Tanrı'ya götürdüğü için kutsal demektir. Al-Apa, al/an=ilah, alıp Tanrı'ya eriştiren "ilah" demektir ki, alap, sonunda Alp şekline girmiştir.(125) Alp dağlarına bu adı verenler, Kamunlar adını taşıyan, İtalyan Alplerine yerleşmiş olan Ön-Türklerdir."

Eski şamani inançlara göre ateş, kötü ruhları kovar, insanın kötü ruhlardan temizler. Abdulkadir İnan'ın nakline göre, VI. Yüzyılda Göktürk Kağanına, elçi olarak gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek, onlarla beraber gelmesi muhtemel olan kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Bu adet Moğol saraylarında da var. Başkurt ve Kazak Türkleri, yağlı bir paçavrayı ateşleyip hastanın etrafında, "alaslama" dedikleri, "alas, alas" diye dolaştırarak, hastaya musallat olmuş kötü ruhları kovmuş oluyorlardı. Buna
Anadolu'da "Alazlama" denilmektedir.

Kızıl sözü, renk anlamının yanında, aynı mitolojik anlayıştan kaynaklanarak, bildiğimiz altın anlamında da kullanılır. Azerbaycan ve Türkistan lehçelerinde, altına "kızıl" derler, sözü kullanılır. Çok eski devirlerde para yerine değer olarak kürk kullanırlardı. Türkler kürke "ten/tın/tın" derlerdi. En değerli kürkler de güneş kızıllığının (al) renginde olanlardı. Güneş kızıllığı renginde olan en değerli kürkler için de yine güneşin rengi olan "al" sözü ilaveli "al-tın" al kürk, kızıl kürk diyorlardı ki kıymetin değer birimi idi. Bugün, kıymet değeri olarak kullandığımız madene verilen altın (al-tın) adının anlamını kaynağı, anılan eski Türk anlayış ve kavrayışına dayanır. Türkistan Türklerinde, küçük bir gümüş sikke olup, genellikle sikkeye denilen, asrımızın ilk çeyreğine kadar Türkistan'da
para birimi olarak kullanılan "tenge" sözü de aynı (al-kürk) "ten/tın" kökenlidir. Bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti'nin resmi para biriminin adı da, anılan kürk adından türemiş "tenge"dir. Rusça'da para karşılığı olarak kullanılan "dengi" sözü de, Türkçe'den Rusça'ya geçmiş olan "tenge"nin Rusça söylenişidir.

Türkler için tarihsel ve mitolojik büyük önem taşıyan al rengin, Türk Bayrağının da temel rengi olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Osman Günsel Topbaş Yazısıdır


Avarlar (Avar İmparatorluğu)
Orta Avrupa'da, Frank krallığı ile Bizans imparatorluğu arasında, eski hazar, sabar kalıntıları ve Ogurlar (Bulgarlar) gibi Türk kütlelerinin desteği ile, kudretli bir devlet kurarak, çeşitli Germen ve özellikle kalabalık İslav kabilelerini hakimiyetleri altına almak suretiyle, 250 sene kadar (558-805), Avrupa siyasetine yön veren Avarların kimliği meselesi, tarihçi ve dilcileri hayli uğraştıran başlıca konulardan biri olmuştur. Hâlâ da, uzmanların fikir birliği haline geldikleri bir sonuç ortaya çıkmıştır denemez ise de, Avrupa Avar Hakanlığı kurucularının Türklüğü, araştırmalar ilerledikçe daha da kesinlik kazanmaktadır. Vaktiyle, Moğolistan'daki Juan-Juan devleti (4. yy. başları- 552/555), Göktürler tarafından yıkıldıktan sonra, tahminen 20 bin kişilik bir kütlenin batıya doğru göçtüğüne dair, Bizans tarihçisi Th. Simokattes'deki (7. yy. 2. çeyreği) bir haber, 558'de Bizans'ın doğu sınırlarından elçi göndererek kendilerine yardım ve yerleşecek arazi verilmesini rica eden kütle ile, Orta Asya'dan batıya yöneldikleri, daha sonra da Avrupa içlerine ilerledikleri söylenen bu grup arasında bir bağlantı kurulmasına yol açmış ve Juan-Juanların umumiyetle ve hatalı olarak "Avar" ve çok defa "Asya Avarları" diye anılması, bu bağlantı fikrini kuvvetlendirmiş, diğer taraftan, Juan-Juanlar Moğol kabul edildiklerinden, Avrupa Avarlarının da aynı soya mensup bulunması, tabiî sayılmaya başlanmıştır ki, geçen asır sonlarında Moğolistan'da, Avrupa Avarlarını hatırlatan Var-guni (Bar-guni) adlı bir kabilenin yaşadığının tespit edilmesine ilaveten, Macaristan'da Avar çağına ait mezarlardan çıkarılan insan iskeletlerinin, çoğunlukla Mongoloid bulunduğunun beyanı ve üstelik Avar hakanının adı olan Bayan'ın Moğolca bir kelime olduğu iddiası, bu kanaati perçinlemiş gibidir.
Burada durumu kısaca aydınlatabilmek için, şu üç hususun belirtilmesi faydalı olacaktır.
a) Bizans tarihçisi Priskos (5. yy. ortaları), daha Orta Asya'da Juan-Juan hakimiyetinin çökmesinden 100 sene önce (461-465 hadiseleri), Batı Sibirya bölgesinde "Avar" kavminden bahsetmiştir. Diğer bir kaynak (Zakharias Rhetor, 550 sıraları) da, yine Moğolistan hadiselerinden önce, batıda bir "Abar" topluluğunu zikretmektedir. Bunlara ilaveten, eski Grek coğrafyacısı Strabon'un (M. 1. yy) eserinde "Abar-noi"lerin bahis konusu edildiği, hatta, çok daha eski tarihlerde Grek efsaneleri ile karışık olarak "Abaris" adının geçtiği bildirilmektedir.
b) Bu kayıtlara göre, bahis konusu Avarların (Abar), M. S. 555'te tamamen yıkılan Moğolistan Juan-Juanları ile bir ilgisi olmayacağı açıktır.
c) Esasen, dikkate değer ki, Bizans tarihçisi Th. Simokattes (7. yy. 2. çeyreği), Avarlar hakkında "Hakikî Avar" ve "Sahte Avar" diye bir ayırım yapmıştır. Bu kayıt üzerindeki incelemelerde varılan sonuçlara göre, "Sahte Avar" denilen kütle, aslında, Batı Türkistan-Kuzey Kafkasya arası ve Don-İtil (Volga) nehirleri dolaylarındaki Ogur boylarına komşu olarak yaşayan ve Bizans kaynaklarında (Menandros, 6.yy. sonları) "Avar" adı ile anılan Warkhonlardır ki (yani Var ve Hun: Simokattes'te), Göktürkler, Hunlar gibi Y'li Türk lehçesi konuşan bu iki Türk grubu, önce 350 yılını takiben, bağlı oldukları Juan-Juan idaresini terk edip, batıya yönelerek, Türkistan-Afganistan-Kuzey Hindistan'da Ak Hun'nin kuruluşuna katılan, sonra da, Juan-Juanların 458-459 yılında Tabgaç orduları karşısındaki yenilgileri üzerine, yine Moğolistan'daki yabancı hakimiyetinden koparak, Hazar-Aral kuzeyi sahasına gelen War (Var) ve Hun adlı Türk kabileler birliği idiler ve yaptıkları işe uygun olarak, batıda topluca Apar (Abar, Avar) diye anılmışlardır.
Demek ki, Avrupa Avar hakanlığının kurucularını ve hakim zümresini, Asya içlerinden gelen ve güney Rusya düzlüklerinde karşılaştıkları Ogur boyları ile birlikte, aralarında, Göktürklerin siyasî genişlemesi dolayısıyla baskı altında kalarak batıya çekilen bazı Moğol ve Alan gibi İranlı yabancı unsurların da bulunduğu kalabalık Türk kütleleri teşkil ediyordu.
Esasen Avar hakanlığında mevcudiyeti anlaşılan bazı Türk idarî makamlar, yine Türkçe deyimlerle anıldığı gibi (Tudun, Yugruş, Tarhan, Boyar, Ban vs. unvanları), adları tarihe geçmiş Avar devlet adamları, şüphesiz Türk menşeli idiler; ünlü hakan Bayan'ın adı da Türkçe bir kelimedir.
Avar çağı mezarlarındaki iskeletlerde, Mongoloid tipin fazlasıyla baskın olduğu beyanı da inandırıcı olmaktan uzak görünmektedir. Zira, Avar imparatorluğu nüfuz sahasına giren bölgelerde (Macaristan, Arnavutluk, Hırvatistan, Çekoslovakya, Avusturya, güney Almanya), 1970'lere kadar yapılan, Avar çağı ile ilgili arkeolojik kazılarda çıkarılan insan iskeletlerinde Germen, İslav, İranlı, Fin-Ugor gibi türlü tipler arasında Türk tipinin de (braki-sefal) dikkati çekecek ölçüde olduğu, hatta bazı buluntu yerlerinde, aslî Türk soyunu temsil eden "Andronovo tipi"ne bile % 10-15 gibi, oldukça yüksek bir nispette rastlandığı tespit edilmiştir.
558 yılında Sabar hakimiyetini yıkıp Kafkaslar'a doğru ilerleyerek, İranlı Alanlar ve Ogur boylarını tabiiyete aldıktan sonra, Bizans'a elçi gönderen Avarlar, yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. O sıralarda bir yandan Balkanlar'da, Dalmaçya'da geniş çapta fetihler ile, bir yandan da Trakya'yı ansızın istilaya girişen Ogurlara karşı mücadelelerle meşgul olan imparator Justinianos, vergiyi reddetmemekle beraber, ülkesine bir Avar akınını durdurmak maksadıyla, aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere kalabalık Slav kütlelerinden bir set kurmağa çalıştı.
Fakat, 562'de bu engeli kolayca parçalayan Avarlar, Aşağı Tuna'yı işgal ederek, Bizans ile sınırdaş oldular ve Avrupa içlerine kadar akınlara başladılar. İmparator Justinianos'un (565-578) vergiyi ödemede tereddüt göstermesi dolayısıyla de, 565'lerden itibaren, Hakan Bayan'ın idaresinde Bizans'ı baskı altına alarak, orta Karpatlar'a girdiler; Tuna'nın batısındaki Germen kavimlerinden Longobardlarla anlaşarak, Doğu Macaristan'daki Gepidleri hakimiyetlerine aldılar ve 568'de Longobardların Kuzey İtalya'ya göçmeleri üzerine de, bugünkü Macaristan'ı tamamıyla işgal ettiler.
Böylece Avarlar, Orta Avrupa'da büyük bir devlet kurmuş oluyorlardı. Bundan sonra, batıda Frank kıralı Siegebert'i mağlup ederlerken, 582'lerde, güneyde Singidunum (Belgrad) ve Sirmium (Eszek) gibi, mühim Bizans sınır şehir-kalelerini ele geçirmişlerdi. Yukarıdaki fetihleri yapan büyük teşkilatçı Bayan Hakan'ın, 592 yılında İstanbul'a yürümek maksadı ile Çorlu'ya kadar gelerek Bizans başkentinde korku uyandırdığı tarihte, Don nehrinden Galia'ya, Kuzey İslav bölgelerinden İtalya'ya kadar her taraf, Avar askerî faaliyet sahası haline gelmişti.
Asıl çekirdeğini Türk unsur teşkil etmekle birlikte, çeşitli İslav ve Germen kabilelerinden toplanan kalabalık yardımcı kıtaların desteklediği ordusu ile, bilhassa başlıca pazar şehirlerini ve ticaret yollarını daima elde ve emniyet içinde tutmağa gayret ettiği anlaşılan Avar hakanlığının, Avrupa'da 200 yıl kadar süren hakimiyeti devrinde, mühim askerî teşebbüsleri, İstanbul kuşatmalarıdır. Sasanîlerle anlaşarak yapılan ve İmparator Herakleios'a (610-641) başkenti terk edip Kartaca'ya gitmeyi düşündürecek kadar baskılı olan ilk muhasaradan (617 veya 619) sonra, ikinci harekât, yine Sasanî İmparatorluğu ile ortaklaşa gerçekleştirilmişti (626).
İran-Bizans savaşlarının şiddet kazandığı ve Şehinşah Husrev II'nin (590-628), bütün el-Cezire, Filistin ve Suriye'yi ele geçirdiği bu yıllarda, Doğu Karadeniz sahillerinde bulunan imparator Herakleios, Hazar Türklerinden askeri yardım sağlamak üzere Tiflis'e giderken, Şahvaraz kumandasındaki İran ordusu, bütün Anadolu'yu geçerek Boğaziçi'ne ulaştığı zaman, Bulgar kuvvetleri ile takviyeli Avar ordusu da Balkanlar'ı ve Trakya'yı aşarak İstanbul surları önüne gelmiş bulunuyordu. Gerçek kuşatma, Avar ordusu tarafından yapılmakta idi (626, Temmuz-Ağustos).
Patrik Sergios ile Patricius Bonos tarafından müdafaa edilen başkentte büyük heyecan uyandıran bu harekât, tarihî hatıralar bırakmıştır. Bizans'ta kurtuluşu anmak üzere "bayram" ilan edilen gün ("Büyük Perhiz'in beşinci haftasındaki Cumartesi günü), kiliselerde ayinler şeklinde yüzyıllarca devam etmiş ve "Akathistos" ilahisinin, bu Avar kuşatması ile ilgili olduğu anlaşılmıştır. Kuşatma, donanmasızlık yüzünden başarıya ulaşmamış ve Avar ordusunun sonuç alamadan, müşkül şartlar altında çekilmek zorunda kalması, hakanlığın, nüfuz ve itibarını kaybederek zayıflamasına yol açmıştır.
Yardımcı kuvvetler dağılmış ve bilhassa hakanın 630'da ölümünden sonra, tâbi kütleler, Bizans'ın da teşvik ve desteği ile baş kaldırmış, uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar, Bulgarlara geçmek üzere elden çıkmış, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedilmiştir. Bu suretle, bir hasım devletler çemberi içine alınan ve iktisadî imkânlarını kaybeden Avar hakanlığı, 8. asır boyunca gittikçe kuvvetten düştü ve 791'den itibaren 15 yıl aralıksız devam eden ve amansız bir din muharebesi yapan Frank İmparatorluğunun (Karolus Magnus=Şarlman zamanı: 768-814) hücumları (Orta Macaristan'daki Avar başkent müstahkem mevkii, 796'da Pepin tarafından zaptedilmişti) sonunda, tamamen ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlar'a dağıldı, kısa zamanda Hıristiyanlaşarak, yerli kalabalık içinde eridi.
Bununla beraber, Avar tesiri, Avrupa'da devamlı olmuş görünmektedir. Hırvatların en büyük askerî-idarî unvanlarından olan "Ban" (Göktürkçe Baga, Avar dilinde Bagan; Ayrıca Bulgarlarda, Macarlarda mevcut) Boyar ve Yugruş gibi, Yunanistan'da Navarino (=Pylos, aslı Avarino) ve Arnavutluk'ta Antivari (=Bar, eskiden Civitas Avarorum) şehirlerinin adları da onların hatıralarından izlerdir. Ayrıca, Macaristan'da ortaya çıkarılan Avar çağı arkeolojik eserleri (dökme aletler ve üzerlerinde hayvan mücadele tasvirleri ve grifonlar bulunan at koşum takımları), Orta Asya'da gelişen Türk sanatının (hayvan üslubu), Avrupa'daki örnekleri kabul edilmekte ve bu üslubun izleri, Merovingler devrinde Fransa'da da görülmektedir.
Arnavutluk'taki Prostovats altın hazinesi, Avar'lara ait olduğu gibi; arkeolojik araştırmalar, Avar Türk sanatının, Germen ve İslav sanatları üzerindeki tesirini ortaya koymuştur.Orta Macaristan'ın Nagy Szent Miklos mevkiinde 1799'da ele geçmiş olup, hangi Türk kavmine ait bulunduğu hala münakaşa edilen, üzerleri Türkçe yazı kitabeli 23 parça altın kaptan müteşekkil ünlü hazinenin, Avar çağından kaldığı da ileri sürülmüştür.
Sonuç olarak; Avarlar’ın Avrupa’daki iki yüzyıldan fazla süren hakimiyeti, Avrupa tarihi bakımından bir kaç cihetle mühimdir; evvelâ, ilk defa olmak üzere Slav kavimleri, Türk hâkimiyetinde uzun bir zaman yaşamışlar, Türk devlet ve askerî teşkilatının tesiriyle bunlar, “kabile” hayatı basamağından devlet teşkilatı basamağına çıkmak imkânını bulmuşlardır. Saniyen [ikinci olarak], Türklerle, muhtelif German (Frank) zümreleri arasında karışma artmıştır; bu münasebet, ekseriyetle karşılıklı mücadeleden ibaret olmakla beraber, her iki kavim, komşu olmak sıfatıyla herhangi bir şekilde “modus vivendi” [hayat tarzı, çelişen menfaatler arasında bulunan ortak nokta] bulmak mecburiyetinde idiler.
Avar hakanlığının, özellikle Slav kavimleri üzerinde büyük tesiri olduğu anlaşılıyor. Balkanlar’da ilk Slav unsurlarının esaslı bir şekilde yerleşmelerinin, Avarlar tarafından alınan tedbirlerin bir neticesi olduğu malûmdur. Bu Türk kavminin, güney ve doğu Slavlarını uzun bir zaman hâkimiyetleri altında bulundurduklarını ve bir çok Slav kabilelerinin, Avarlar tarafından müthiş hezimete uğratıldıklarını gösteren emareler mevcuttur.
4. yüzyıla kadar Germen Gotların, daha sonra Hun İmparatorluğuna bağlı olarak Türklerin hakimiyetine giren Slav toplulukların tarihi, o zamandan itibaren, aşağı yukarı "Türk tarihinin bir parçası" durumuna girmiştir. Kalabalık İslav kütlelerinin, çeşitli Doğu Avrupa bölgelerine ve Balkanlar'a dağılması hadisesi, daha çok Avarlar devrinde vukua gelmiş ve bu büyük ölçüdeki göçler, Avar Hakanlığınca ihtiyaç duyulan toprak mahsullerini elde etmek için, onlara tarım işleri, aynı zamanda, sınır bekçiliği yaptırmak maksadı ile, Avar idaresi tarafından hazırlanmış ve tatbik edilmiştir.
Bu suretle türlü İslav kabileleri, bugünkü Çekoslovakya'ya [Çek Cumhuriyeti, Slovakya], Elbe nehri boyuna, Dalmaçya kıyılarına, Balkanlar'a sevk edilmişlerdir. 750 sıralarında, Atina çevresinde "Avar" denilen Slavlardan bahsedilmekte, aynı devirlerde Hırvatları Adriyatik sahiline götüren başbuğların şu adları sıralanmaktadır: Kilik, Lobel (Alp-el?), Kösenci (Koşuncu), Buga, Tugay. Pannonia (Batı Macaristan) ve Morva İslavlarının başında, İslavlaşmış Avar beylerinin bulunduğu ileri sürülmekte, diğer taraftan Germen kabilelerinin Çek memleketindeki yurtlarından ayrılmalarının, savaş kabiliyetleri pek zayıf olan İslavlar yüzünden değil, Avar başbuğlarının baskısı sonucu vukua geldiği ve bu hadisenin, Doğu Almanya'da meydana çıkan Avar sanatı ile ilgili eserlerde de doğrulandığı bildirilmektedir.
Böylece, 584'de, piskopos Suriyeli Johannes'in ifadesi ile "Eskiden ormanlardan dışarı çıkmağa cesaret edemezken, Avarlar sayesinde savaşa alışan ve altın, gümüş, at sürüsü sahibi olan Slavların, sistemli göçürülmeleri yolu ile, günümüz Orta ve Doğu Avrupa etnik haritasının, Avar hakanlığı tarafından çizildiği anlaşılmaktadır.Bugün Kafkaslar'da yaşayan Avar zümresinin de, onların torunları olduğu kabul edilir.

İnançoğulları Beyliği

İnançoğulları, Germiyanoğulları hânedânındandır. Fakat İnanç Bey'le babasının hangi Germiyan beyinin oğlu veya kardeşi olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Bunlar o zaman "Lâdik" denen Denizli başkent olmak üzere Denizli bölgesinde hüküm sürmüşlerdir. Topraklan 8.000 km2'yi geçmemiştir. 1276'dan 1368'e kadar 92 yıl devam etmişlerdir.
Önce Selçuklu valisi, sonra 1335'e kadar İlhanlılar'a tabî olan Germiyanoğulları'na tabî olmuşlardır. "Denizli Beyleri" de denen İnançoğulları'nın ilki Ali Bey, Türkiye Hâkanlığı'nın Denizli valisi idi. Oğlu İnanç Bey ve diğer oğlu Toğan Paşa, onu makamında istihlâf etmişlerdir. Toğan Paşa'dan sonra oğlu Arslan Bey ve bunun oğlu İshak Bey, tahta çıkmışlardır.
Moğol istilâsı önünden Anadolu'ya kaçan ve yerleşen Türkmenler arasında en kuvvetlilerini Denizli (Lâdik), Honas ve Dalaman bölgesinde bulunanlar teşkil etmekteydi. Başlarında uc gazisi sıfatlarını taşıyan Mehmed Bey, kardeşi İlyas, damadı Ali Bey gibi beyler vardı. Mehmed 1261'de Sultan II. İzzeddîn Keykâvus'a karşı ayaklanmış ve ertesi yıl İlhanlı Sultanı Hûlâgû'ya (1256-1265) bağlı olarak Denizli beyliğini kurmuşlardı (1262). Daha sonra Mehmed Bey İlhanlılar tarafından mağlûp edilerek yakalandı ve öldürüldü. Ona ihanet eden Ali Bey Türkmenlerin başına geçti ve bir süre Selçuklulara tâbi olarak kaldı. Daha sonra Selçuklu Devleti'ne sadakatsizlik gösterdi ve bu da beyliği kaybetmesine sebep oldu.
Bundan sonra, Denizli bölgesinin bir süre için Sahip-Ataoğullarının eline geçtiği anlaşılıyor. Bu bakımdan İnanç Bey'in hangi tarihte beyliğin başına geçtiği kesinlikle bilinemiyor. 1314 yılında İlhanlı Beylerbeyi Emîr Çoban Anadolu'ya geldiği zaman ona itaat edenler arasında İnanç Bey de bulunuyordu. Beyliğin sonuncu emîri İshak ise ilmi ve bilginleri koruyan bir şahıstı. Lâdik (Denizli) beyliği, Denizli şehrinin Germiyanoğullarının eline geçmesi ile son bulmuştur (1368).


OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YERİNE KURULAN ÜLKELER
Avrupa
1.Türkiye
2.Bulgaristan (545 yıl)
3.Yunanistan (400 yıl)
4.Sırbistan (539 yıl)
5.Karadağ (539 yıl)
6.Bosna-Hersek (539 yıl)
7.Hırvatistan (539 yıl)
8.Makedonya (539 yıl)
9.Slovenya (250 yıl)
10.Romanya (490 yıl)
11.Slovakya (20 yıl) Osmanlı ad:Uyvar
12.Macaristan (160 yıl)
13. Moldova (490 yıl)
14.Ukrayna (308 yıl)
15.Azerbaycan (25 yıl)
16.Gürcistan (400 yıl)
17.Ermenistan (20 yıl)
18.Güney Kıbrıs (293 yıl)
19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20.Rusya’nın güney toprakları (291 yıl)
21.Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan
22.İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)
23.Arnavutluk (435 yıl)
24. Belarus (25 yıl) -himaye-
25.Litvanya (25 yıl) -himaye-
26.Letonya (25 yıl) -himaye-
27.Kosova (539 yıl)
28.Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat

Asya
29.Irak (402 yıl)
30.Suriye (402 yıl)
31.İsrail (402 yıl)
32.Filistin (402 yıl)
33.Urdun (402 yıl)
34.Suudi Arabistan (399 yıl)
35. Yemen (401 yıl)
36.Umman (400 yıl)
37.Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl)
38.Katar (400 yıl)
39.Bahreyn (400 yıl)
40.Kuveyt (381 yıl)
41.İranın batı toprakları (30 yıl)
42.Lübnan (402 yıl)

Afrika
43.Mısır (397 yıl)
44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp
45.Tunus (308 yıl)
46.Cezayir (313 yıl)
47. Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nubye
48.Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
49.Cibuti (350 yıl)
50.Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla
51. Kenya sahilleri (350 yıl)
52.Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53.Cad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade
54.Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar
55.Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl)
56.Fas (50 yıl) -himaye-
57.Batı Sahra (50 yıl) -himaye-
58.Moritanya (50 yıl) -himaye-
59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası
60. Senegal (300 yıl)
61.Gambiya (300 yıl)
62.Gine Bissau (300 yıl)
63.Gine (300 yıl)
64.Etiyopya' nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş

Bilge Kağan Dönemi

Gönderen BlogMan 0 yorum







BİLGE KAĞAN DÖNEMİ


Kağan olmadan önce Bilgenin faaliyetleri


Kutluk Kağan’ın İlbilge hatunun ikinci oğlu asıl adı Mogilhan veya Mergen olması muhtemel olan Bilge biçin (maymun)yılında,683 tarihinde doğmuştur.1Babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Kapgan kağan ancak Kutluğun oğulları namına kağanlık yapmakta olduğundan tahtın asıl varisleri sayılan Bilge ve biraderi Kültigin’in erkenden yüksek makamlara çıkması gerekmiştir. Amcası kağan olduğu sırada Bilge, prens yani tegin unvanını taşıyordu. Bilge on dört yaşındayken (697) batı ilinin yani Tarduşlar’ın Şad’ı tayin edilmişti.2Tarduşlar 647 yılından sonra iyice zayıflamışlardı. Herhalde Altay dağlarının güney eteklerinin batısında İrtiş ırmağı dolaylarında yaşıyorlardı.3Bu göreve tayininden sonra Kapgan’ın 716 da ölümüne kadar birçok sefer yapmıştır. İnel ile batı ordularını idare ediyordu. 699 da Türgiş liderliğindeki bütün Onok halkı yenden devlete bağlandı. Hükümdar ve yabgu öldürüldü.

Bilgenin iştirak ettiği seferler


700 yılında Tangutlar üzerine sefer yapmıştır. Onları mağlubiyete uğratmıştır. Tangut hükümdarlarının bütün malı mülküyle beraber oğlu ve karısını da ele geçirdi.4701 yılında Kapgan kağan Ordos bölgesine büyük bir akına kalkıştı. Bu akına Kültegin ile birlikte Bilgede katılmıştır. Altı-Çup Soğdak’a ordu sevk edilmiş ve Çinlilerin Ong-tutuk kumandasındaki beş tümen askeri burada perişan edilmiştir. Bu savaş Ötüken’in kutu zirvelerinden birinde olmuştur. Kültegin tarafından mağlup edilen (elli bin kişilik ordusuyla)komutanın adı Wei Yüan-chung şeklinde geçmektedir.5 703 yılında Bilge kutlu Türk soyundan geldiğine inanılan Basmılar’ın Dukkut unvanlı idarecisinin üstüne yürüdü. Sebebi ise kendisine vergi vermemeleriydi. Sonuç olarak vergisini almaya devam etti.705 de daha güçlü bir düşmanla Çinli Sha-to chung-i ile savaştılar. Askerlerini öldürdüler.6709 yılında daha önce Tonyukuk tarafından isyanları bastırılıp devlete bağlanan Kırgızlar ve Çik’ler üzerine yürüdü. Bu sırada Göktürk ordusunu Bilge’nin kumanda ettiği anlaşılıyor. Bilge Yenisey ırmağını geçerek Örgen adlı yerde onlarla savaştı.710 yılında Kırgızlara karşı iki defa sefer düzenledi. Uykuda baskına uğradılar Bilge Şad bu seferde orduyu komuta etmişti. Sonuç olarak Songa dağında yapılan savaşta Kırgız Kağanı öldürüldü ve bölge tamamen ele geçirildi. Aynı yıl içersinde Bilge, Altay dağlarını aştı ve Yenisey ırmağını geçerek Türgişler üzerine yürüdü. Bolcu’daki savaşta onları yendi. Kağanları ve Şad’ları öldürüldü. Türgiş ili tamamen ele geçirildi. Trügiş’lerin hücümuna maruz kalan Beşbalık (urumeti civarı)’nın kurtarılması için Bilge 713 yılında sefer yaptı. Tam altı kez savaştıktan sonra şehri kurtardı.714’te Karluklarla Göktürkler’in arası açıldı. Karluklar isyan etti. Bilge onların üzerine gitti. Tamg İduk Baş’ ta mağlup etti. Karluklar toparlanarak geriye geldiğinde Basmiller’de hareket3e geçmişlerdi. Dokuzoğuzlar bile düşman olmuşlardı.715 yılın da Amg kalesi kuşatıldığı sırada kıtlık oldu. Bu yılın ilkbahar aylarında Oğuzlara karşı sefere çıkıldı. Sefer sırasında birinci ordu yola çıkmışken ikinci ordu daha merkezdeydi. Bu sırada Üç Oğuz ordusu baskın yaptı. Ouğzların bir grubu Bilge ve Kültegin’in evini yağmalamaya kalktı. Kültegin cansiperane bir savunma ile onları püskürttü. Bundan sonra Oğuzlar Dokuz Tatarlarla gelmesine rağmen Ağu’da yapılan savaş sonucunda Bilge’ye mağlup oldular ve devletleri zapt edildi.716 da Oğuzlar, Çin’e sığındı. Don yıllardaki bu isyanların sebebiyle İkinci Göktürk Devleti’nin de merkezi otoritesi hiç yoktu.
Bütün isyanların bastırılmasında Bilge ve Kültegin kardeşler etkin rol oynadı.
Kültegin’in Faaliyetleri


Çin kaynaklarına göre asıl adı Kiue-te-le şeklinde yazılan Kültegin gerek Çin kaynaklarında gerekse namına dikilen “Bengütaş” kitabesinde görüldüğü önemli bir mümtaz asker simasıydı.7 684 (tavuk yılı) de doğan Kültegin Kutluk Han’ın ve İlbilge Hatunun oğludur. Kültegin’in bilinen ilk başarısı 700 yılındaki Kansu seferi sırasıda Çin’li kumandan Wei Yüan-Chung ‘un yeğenini yakalayıp kağana sunmasıdır. Bilge bu olayı yazıtında 701 ile tarihlendirir.710 yılından önce Yir Bakırurların Uluğ Erkin’i ile yapılan savaşta Kültegin büyük fayda göstermiştir. Mağlup olan Uluğ Erkin’i az sayıda askeriyle kaçmıştır. Bilge’nin 710 yılındaki Kırgız seferinden sonra Türgişlerle yapılan hücumlarda Kültegin bizzat yer almıştır. Hatta Az’ların valisini eliyle yakalamıştır. Koşu Totak’la savaşan ve onun birçok askerini öldüren Kültegin, 711 yılındaki Karluk isyanlarının bastırılmasında önemli rol oynamıştır. Karlukalar’la Tamag İduk Baş’ ta savaşnıştır.(714) Onları yenince Az’lar üzerine yürümüştür. Karagöl’de Az’larla savaşmış onların reisi İlteber’i canlı yakalamıştır. Boy isyanların sebebiyle İkinci Göktür Devleti’nin iyice karıştığı sırada Dokuzoğuzlar baş kaldırdı Ouğzlarla bir yılda beş kaz savaşıldı. Göktürk Devleti yöneticileri ve orduları zor durumda kaldı. Oğuzların karargâhı basması sırasında Kültegin cansiperane bir şekilde düşmanı geri püskürttü. Bu sayede karargâh kurtarıldı.

BİLGE’NİN KAĞAN OLMASI


Kapgan kağan’ın aşırı sert tutumu Çin ‘in tahrikleride eklenince İkinci Göktürk ülkesinde birbiri ardına boy isyanları baş gösterdi. Özellikle 711 yılından sonra Türgiş, Karluk, Dokuzoğuzlar ve Oğuz isyanları devleti yok olma noktasına getirmişti Bir isyan bastırılaırken bir başkası baş gösteriyordu. Nihayet bu isyanların birinde Kapgan Kağan Bayır kulan’ı ağır bir yanilgiye uğrattı. Fakat geri dönerken tedbirsiz davrandı. Yanına az asker almıştı. Yenilgiden arta kalan Bayırkulan’ların saldırısı sonucunda Söğüt ormanında hayatını kaybetti. Bayırkulan’ın yanında bulunan Çinli casus Ho Ling –chünan,
Kapgan’ın kesik başını Çin ‘e götürdü. Kapgan Kağan ölünce İkinci Göktürk tahtına İnel oturdu. 699 yılından beri küçük Kağanlık görevinde bulunuyordu. Uzun süren isyanlar devleti derinden etkileyince devletin temelleri sarsılmıştı. İnel Kağan bu görevdeyken bir başarısına rastlanmamıştır. Sadece 714 yılında Tangra Tegin ve Hu-O-Pa İlteber ile süvarilerle Beşbalık’ın küzeyine saldırmışlar. Tangra Tegin öldürülmüş İlteber söz konusu Beşbalık üzerine geri dönmeye korkup Çin’e sığınmış. İnel ise döndükten sonra cezalanıp cezalandırılmadığı tam olarak belli değildir. Hâlbuki İnel 699 da çok iyi bir görevdeydi. O zaman Kağan’ın kardeş Tu – Hsi- Fu-Yu sol kanat Şad’ı ağabeyi Kutluğun oğlu Bilge’yi sağ kanat Şad’ı tayin etmiş. Her iksisininde üzerine kendi oğlu İnel’i küçük kağan olarak görevlendirdi. On –Ok’ların idarecisi olan İnel ayrıca To-Hsi anlamalı bir ünvanda taşıyordu.İnel ,devlet isyanalra uğrarken başarılı olamadı.
Kültegin boyunu toparladı. Kapgan’ın oğlu küçük kağan’ı ve ona bağlı olanları saf dışı bırakıp tahtı ele geçirdi. Bu olayda Kültegün’in cesareti ve atılganlığını, durumunun Bilge lehine çevrilmesinde en büyük amil teşkil ettiği
Orhun Yazıtlarında açıklanmaktadır. Kültegin ve arkadaşları meşru kağana tahtı temin edebilmek için Kapgan’ın oğullarını, akrabalarını ve taraftarlarından birçoğunu öldürmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bilge’nin tahta ancak hanedan azası arsında kanlı bir mücadeleden sonra mümkün olabilmişti. Onu ve yakınındakileri öldürünce Kapgan Kağan’la ilgisi olanları kâmilen imha etmişti. Bu katilden ancak Bilge’nin kayınpederi Tonyukuk kurtulabildi.8 Bilge tahta çıkınca Kültegin sol bilge prensi oldu ve askeri işlerin idaresiyle ilgilendi.
Tonyukuk o zamanlar 70 yaşını geçmişti halk tarafından saygı görüyordu. İkinci Güktürk Devleti’nin büyümesinde büyük rol oynadı. Ayrıca Kapgan zamanında baş gösteren isyanlarda da önemli vazifeleri olmuştur. Sonuç olarak sırf Bilge’nin kayınpederi olduğu için değil İkinci Göktürk Devleti için çok faydalı bir şahsiyet olması sebebiyle öldürülmemiştir.9 Boy isyanlarının devam etmesi İkinci Göktürk Devleti’nde taht değişikliği olmasına rağmen boyların devam eden isyanları bitmek bilmedi. Ülkenin batısında önemli bir alanı kaplayan ayrıca kalabalık olan
Türgişler 717 de Su-Lo önderliğinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bilge’ye tabi Uruğ’lardan bazılarıda onlara katıldılar ancak Tonyukuk’un müdahalesi sayesinde BilgeKağan duruma hâkim olabildi.10On Türgiş başkenti Kuz-Uluş Balasagun’la taşıdı ve uzun bir süre Maveraünnehir’den doğuya ilerlemeye çalışan Arap kuvvetlerini engellediler
Bilge Kağan tahta çıktığı zaman Göktürk ilindeki düzen epey bozuktu.11Bilge, Kağan olunca devleti tekrar güçlü duruma getirmiş ve töreleri yeniden uygulamaya başlamıştır. Devlete hâkim olduğu andan itibaren mücadeleye devam eden Bilge Selenga Irmağı boyunca ilerlemiş. Karagan Geçidinde Uygurları ağır bir bozguna uğratmıştır. Uygur İlteber’i doğuya kaçtı. Uygurlara ait at sürüleri Göktürkler’in eline geçti. Bilge bu şekilde halkı doyurdu.
717’de uzun süre önce Göktürkler’e isyan bayrağını açmış olan Oğuzlar’dan bir grup Çin’e gitti. Bilge buna çok üzüldü. Geride kalan mallarını yağmalayıp kadın ve çocuklarını aldı. Çin kaynakları da Bilge’nin tahta geçmesinden sonra türgişler’in bağımsızlıklarını ilan ettiğini Kitan ve Hsiler’in gidip Tang hanedanlığına bağlandıklarını Göktürk boylarının çoğunun devlete olan güvenlerini kaybedip ayrıldıklarını yazmaktadır. Boyların çoğu on yıldan beri İkinci Göktürk Devleti’yle savaş halindeydiler. Devlet bu durumdayken Bilge çareyi Tonyukuk’ iş başına getirmekte buldu. Tonyukuk’un engin devlet tecrübesi vardı. Tonyukuk bundan sonra planlayıcı olacaktı. Totabi halkının kendisiyle ilişkisini kesmesi ve Çin’e sığınması üzerine sefer düzenleyen Bilge onları yenilgiye uğrattı. Bundan sonra toparlanıp giden Totabi’ler Kadırkan dağlarına yerleştiler.

BİLGE’NİN ÜLKEYE HÂKİM OLMASI


Daha önce Tang hanedanlığına bağlanmış olan A-Hsi-Lan ve Ch’a –Ch’e Ssu Ta-i ve diğerleri isyan edip Göktürk ülkesine geri döndüler. Çin’e teslim olan aileler güneye Chanyü asker valiliğine getiriliyorlardı. Yine Çin’e gitmek zorunda kalan halk orada Çinlileşmeyi reddederek ayaklandı ve birkaç mücadeleden sonra Göktürk ülkesine geri döndüler. 718 yılında Karluklar da yenilgiye uğratılıp halkları devlete bağlanmış idarecileri öldürülmüştür.12 Bundan sonra Karluklar üzerine yine sefer düzenleyen Bilge, kaleye sığınan muhafızın korkup kaçmasıyla Karluk halkını teslim almıştı. Halk onu sevinçle karşıladı. Böylece Karluk problemi çözülmüş ve Oğuzların bir kısmı Çin’ sığınmıştı.
Bilge Kağan kesin tarihini bilmediğimiz bir sefer düzenlemiştir. Bu seferi doğuya doğru Kök Öng ırmağı boyuna yapmıştır. Kök Öng ırmağını yatağı zor şartlarla geçilmiş Keçen’e kadar ilerlemiş. Yazıtlardaki silinmeler dolayısıyla seferin tam mahiyeti anlaşılamamaktadır.











BİBLİOGRAFYA


TAŞAĞIL, AHMET, GÖKTÜRKLER–3,ANKARA,2004.

BAYRAK, M.ORHAN, TÜRK İMPARATORLUKLARI TARİHİ, İSTANBUL,2002.

TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI, İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİ VE KÜLTÜRÜ, İSTANBUL,2003.

HOLAÇOĞLU, YUSUF, GENEL TÜRK TARİHİ, ANKARA, 2002.

ROSONY, LASZLO, TARİHTE TÜRKLÜK, ANKARA, 1988.

YENİ TÜRKİYE YAYINLARI, TÜRKLER, ANKARA, 2002.

GÜRÜN, KAMURAN, TÜRKLER VE TÜRK DEVLETLERİ, ANKARA.

GÖMEÇ, SAADETTİN, KÖK-TÜRK TARİHİ, ANKARA, 1997.

KAFESOĞLU, İBRAHİM, TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ, İSTANBUL, 2007.


DİPNOTLAR:

1 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69.

2 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69–70.

3 Ahmet TAŞAĞIL, GÖKTÜRKLER, TTK,ANKARA2004,s.37.

4 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69.

5 Saadettin Gömeç, KÖK-TÜRK TARİHİ,ANKARA1997,s.61.

6 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.69.

7 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.72–73.

8 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.69–70

9 Ahmet TAŞAĞIL, GÖKTÜRKLER–3,TTK, ANKARA 2004,s.40.

10 Saadettin GÖMEÇ, KÖK-TÜRK TARİHİ, Türksoy Yayınları, ANKARA 1997,s.53–55.

11 Saadettin GÖMEÇ, KÖK-TÜRK TARİHİ, Türksoy Yayınları, ANKARA 1997,s.55–56.

12 Yusuf HOLAÇOĞLU, GENEL TÜRK TARİHİ, Yeni Türkiye Yayınları, ANKARA 2002,s.686.


Sınıf arkadaşım Yeliz Ak'a hazırlamış olduğu bu ödevi paylaşmam için bana vermesinden ötürü teşekkürlerimi sunuyorum. (Yusuf İslam yılmaz)


Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine
Dr. Ahmet KAYACIK (1.bölüm)

Giriş:

Bu yazının amacı Osmanlı Medreselerinden bahsetmek değildir. Yine bu medreselerin müfredat programlarından bahsetmek de değildir. Tersine müfredat programlarında yer alan ve mantık derslerinde okutulan eserleri temel alarak bazı sonuç ve neticelere ulaşmaya çalışmaktır. Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca eğitim kurumları olan medreselerin çeşitli devrelerinde mantıkla ilgili bir çok müellifin eserleri okutulmuştur. İşte bu eserler çalışmamızın odak noktasıdır. Bu konunun incelenmesinde takip edeceğimiz metot; mantık ilminin İslam Dünyasındaki tarihi sürecine farklı bir açıdan değindikten sonra, medreselerde okutulan mantıkla ilgili eserlerin tesbiti, ardından bu eserlerle ilgili çeşitli bilgilerin sunulması ve son olarak bu verilerden yola çıkılarak konunun bir değerlendirilmesidir.

A-Tarihi Süreç İçerisinde İslam Dünyasında Mantık İlmine Farklı Bir Yaklaşım

Mantık ilmi İslam Alemine geçişi sırasında bazı ilimlerle yakın temasta olmuştur. Arap-İslam mantığının gelişiminde açık bir hat belirlemek istediğimiz zaman, tıp ilmiyle başlayan ve Kelam ilmiyle sona eren hattı yakalayabiliriz. Başka bir açıdan Arap mantığının tarihi ve gelişimini tek bir cümlede özetleyebiliriz: Mantık tıpla bitişik olarak başladı ve Kelam ilmiyle bağlantılı olarak sona erdi.

Mantık tıbbî araştırmaların öğretim metodundan ayrılmaz bir unsur idi. İskenderiye Okulunda Galinos’un tavsiye ettiği aynı metot üzere mantık başta yer alıyordu. Galinos, kesin bir şekilde tıp kitaplarının iyi bir şekilde anlaşılması için matematik ve mantık öğretimini ön şart koşmuştur. Daha sonraları Nesturi Akademilerinin eğitim programındaki astronomi, tıp ve ilahiyat konularındaki ihtisas alanlarında mantık hazırlık programında temel konu idi. Böylelikle mantık öğretimin çeşitli daları arasında ortak köprü özelliğiyle önemli bir rol oynamıştır.

Bu kültür, temelde Süryanice yoluyla Araplara geçtiğinde, bununla birlikte bu tıbbî-mantıkî gelenek de geçmiştir. Mantık tıpla bağlantılı kalmış ve uzun süre doktorların eğitiminde birinci derecede rol oynamıştır. Bunun böyle olmasının sebebi, tabiplerin Aristoteles ve mantığın şarihleri olmasında yatar... Mantık metinlerinin tercümesiyle ve şerh veya tefsirlerini yapan Arap mantıkçılarına göz attığımız zaman onların büyük bir kısmının tıp öğreten veya onunla uğraşan kimseler olduğunun görürüz. Razi, İbn Sina, İbn Meymun, Kindi bunlar arasında yer alır.[1]

Durum Osmanlılarda da benzerlik arz etmektedir. Ancak burada tıbbî-mantıkî bir gelenekten değil de, mantık tarihindeki daha sonra meydana gelen gelişmeler müvacehesinde, onun ilimlerin reisi (ilimlerin başı) telakkisinden hareketle, mantığın bütün ilimler için bir hazırlık, giriş olmak üzere okutulduğunu görürüz. Nitekim suhtelerin (öğrencilerin) eğitiminde daha yukarı bir dereceye geçmeleriyle ilgili olarak şöyle denilir: “Bunlar Haşiye-i Tecrid medreselerinde mukaddimat-ı ulûm veya mebâni-i ulûm denen sarf, nahiv, mantık ve adabu’l-bahs gibi muhtasarat dersleri gördükten sonra müstaidd, yani danışmend olurlardı”.[2] Yine öğrencilerin Nahiv ilminden sonra mantık ilminden neleri okuduğu hakkında da şu şöyle denilir: “Nahivden sonra mantık ilminde, medrese öğrencileri arasında meşhur olan adıyla, İsagoci, Hüsam-ı Kati, Muhyiddin, Fenari, Şemsiyye, Tehzib, Kutbüddin-i Şirazi, Seyyid, Kara Davud, Sadüddin (bu kitap mihenk taşıdır; öğrenci bu kitabı okurken mübahaseye isti’dadının olup olmadığı açığa çıkar) ve Şerh-i ****li okur”[3] Buradan da anlaşılıyor ki, mantık nahiv ve sarf gibi, temel bir ders niteliğindedir. Hatta mantık ve nahiv arasında bir benzetme yapılır ve nahiv ilmine göre dil ve lafızların nisbeti ne ise, akıl ve makulatın mantık ilmine nisbetinin bu şekilde olduğu söylenir. Başka bir deyişle, nahiv (gramer) nasıl dilin düzgün ve hatasız kullanılmasına yardımcı oluyorsa, mantık da aklın düşünce faaliyetlerinde bir düzenleyicidir.

B - Medreselerin Müfredat Programlarında Yer Alan Mantık Eserleri

Osmanlı Medreseleri hakkında yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalar incelendiğinde görülür ki, bu çalışmalar konuya ya belirli bir açıdan yaklaşmıştır, ya da belirli bir dönemi ele almıştır.[4] Son zamanlarda telif edilmiş ve doğrudan bu konuları ele alan bir çalışma ise, Cevat İZGİ’nin Osmanlı Medreselerinde İlim[5] adlı eseridir. İzgi, iki ciltlik bu eserinin birinci cildinde medreseler hakkında çeşitli bilgileri sunduktan sonra, bu yerlerdeki müfredat programları ve okutulan dersler hakkında birinci el kaynaklardan aktararak okuyucuya bilgiler verir. Osmanlı döneminde gerek bilim tarihi ve ilimler sınıflaması türü gerekse biyografik tarzdaki eserlerden faydalanılarak verilen bilgilerden 15 müfredat programı çıkarılmıştır.[6].

Osmanlı Medreselerinde yıllarca (aynı zamanda diğer İslam ülkeleri medreseleri için de geçerlidir) okutulan ve birer el kitabı olan mantık eserlerinden bahseden başka kaynaklar da mevcuttur.[7] Ancak bu eserlerde verilen bilgiler isimlerden ibarettir.

Söz konusu müfredat programlarında yer alan mantıkla ilgili eserler şöyledir:

1- Kevakib-i Seb’a’ya (1155/1741) göre:

Aşağı İktisar: Îsâgôcî (şerh ve haşiyesi)

Yukarı İktisar: Hüsâm-ı Kâtî ve haşiyesi Muhyiddîn risalesi, Fenârî ve Haşiyesi.

Orta İktisad: Şemsiyye, ta’lik ve şerhleri ile Tehzîb.

Yukarı İktisad: Kutbüddin-i Şirazi (Şemsiyye şerhi), haşiyeleri Seyyid ve Kara Davud, Sadüddin

İstiska: Şerh-i Metâli [8]

2- İshak b. Hasan et-Tokadi’nin (ö. 1100/1689) Nazmu’l-Ulum’una göre:

Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam [9]

3- Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1154/1780) Terkîb-i Ulûm’una göre:

Şemsiyye, Kutb, Davud, Seyyid.

Tehzib, Celal, Mir.[10]

4- Nebi Efendi-zâde (ç.1200/1785-6)’ nin İlimlerin Tertibi ile ilgili bir kasidesine göre:

Îsâgôcî, Kul Ahmed, Fenari, Kara Davud, Seyyid, İmad, Tehzib-i Mîr, Mirza-cân.[11]

5- Taşkörprülü-zade’nin (ö. 968/1561) Aldığı Derslere Göre:

Îsâgôcî, Hüsâmeddin el-Kâtî şerhi ile, Şerhu’ş-Şemsiyye (Kutbuddin er-Razi’nin), es-Seyyid haşiyesi ile, Şerhu’l-****li.[12]

6- XI/XVII. Yüz yılda Yaşayan ve Adı Bilinmeyen bir Alimin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî (Fenari’nin), Kul Ahmed Haşiyesi ile; Şerhu’t-Tehzib, Şerhu’t-Tehzib li’t-Taftazani (Devvani’nin) Mîr Ebu’l-Feth’in haşiyesi ile; Şerhu’t-Tasavvurati’ş-Şemsiyye (Kutbeddin e-Şirazi’nin haşiyeleri ile)[13]

7- Katip Çelebi (ö. 1067/1658)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-i Tehzib, şemsiyye, Fenari.[14]

8- Katip Çelebi’nin Verdiği Derslere Göre:

Fenari, Şerh-i Şemsiyye, Cami [15]
9- Şeyhülislam Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerhu Tehzibü’l-Mantık ve haşiyesi.[16]

10- Ziyaüddin Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavî (ö. 1218/1803)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî li- H. Kâtî ve Fenari ve öbür ünlü haşiyeler; Şerhu’ş-Şemsiyye (K.Razi)[17]

Bu verilen bilgilerden sonra eserlerle ilgili bazı tasnifler yapabiliriz. Şöyleki:


A - Müstakil Eserler: (2.bölüm)

I-Îsâgôcî, yahut er-Risaletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık
Yazarının tam adı Esirüddin el-Mufaddal b. Ömer es-Semerkandi el-Ebheri (1200-1265) olan Îsâgôcî adlı eser, mantığın bütün konularını kapsamakla birlikte son derece muhtasar bir eser olup medreselerde mantık alanında okutulan ilk kitap olması bakımından önemlidir. Îsâgôcî, mantıkçılar nezdinde en çok değer verilen, yine aynı derecede bir çok mühim şerh ve haşiyelere konu olan başlıca mantık kitaplarındandır. Batı dünyasında da ilgi duyulmuş, Latince başta olmak üzere bazı Batı dillerine tercüme edilmiştir. Yazarın mantık ve felsefe ile ilgili diğer meşhur eseri ise Hidayetü’l-Hikme’dir. Bu eser klasik İslam Felsefesi problemleri üzerinde bir çalışma olup mantık, tabiiyyat ve ilahiyyat şeklinde üç kısma ayrılmıştır. Eserin başta İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yazma nüshaları vardır. [18] Bu esere dair yazıda zikredilen şerhlerin dışındaki bazı önemli şerhlerin bazıları şunlardır:

1- Taftazani’nin, Şerh-i İsagoci’si (Süleymaniye/Ayasofya: 2536 vr. 128-190)

2- Cürcani’nin, Şerh-i İsagoci’si, (Mîr İsagoci, Mısır 1321, Müeyyed Matbaası)

3- Ensari’nin, el-Matla fi Şerh-i İsagoci (Mısır 1283, Bulak Seniyye Matbaası)

II- Şemsiyye, yahut er-Risaletü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye
XIII. yüz yılda Kazvini (1220/1276 veya 92) tarafından yazılan ve döneminde büyük şöhrete sahip olan Şemsiyye de muhtasar türde bir eserdir ve İsagoci gibi, XIX. Yüz yılın başlarına kadar medreselerde okutulmuştur. Doğuda hayli etkili olan bu eser, çok sayıda şerh ve şerhlerin şerhine konu olmuştur. Çeşitli şerhlerle birlikte bir çok baskısı vardır. Yazarın diğer meşhur bir eseri ise Kitabu Hikmetü’l-Ayn’dır. Tıpkı Hidaye gibi üç bölümden oluşur.[19]

Şemsiyye’nin burada yer almayan bazı şerhleri şunlardır:

1- Şerhu’ş-Şemsiyye, el-Hıllî (1250-1325) [Brockellmann, GAL, I, p. 466 (no.2)]

2- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Taftazani (ö.1389) (Süleymaniye/Yazma Bğş: 1797)

3- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Meybudi (ö.1480) (Süleymaniye/İ.İ.Hakkı: 1694)

III- Tehzîb, yahut Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam

Taftazani’nin 1386’da yazdığı bu eser çok büyük bir şöhrete sahiptir. Kitabın ilk kısmı mantık ve ikinci kısmı ise Kelamla ilgilidir. Çok sayıda şerhlere konu olmuş ve bir çok defa da basılmıştır. (Örnek olarak, Mısır 1912, Mat. Saade) Bu eserin diğer şerhlerinden birkaç örnek:

1- Kafiyeci, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık. [20]

2- Hafid et-Taftazani, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık.[21]

VI- (Metâli), yahut Metâliu’l-Envâr
****liu’l-Envar fi’l-Mantık. Urmevi (1198-1283)[22]’nin mantıkla ilgili meşhur eseridir. Bu eserde muhtasarat kategorisinde incelenir. Ancak daha önceki iki eserden içerik olarak daha kapsamlıdır. Gerek yazar ve gerekse eserle ilgili çalışmalar mevcut değildir. Yazar bu eseri üçlü tarzdaki eserler tarzında meydana getirmek istemiş, mantıkla ilgili kısmı yazdıktan sonra diğer kısımları zamana bırakmıştır. (Bu eserin yazma bir nüshası Süleymaniye/Mihri Şah Sultan, 332 no.da mevcuttur.)

V- Velediyye, yahut er-Risaletü’l-Velediyye fi’l-Mantık
Seyyid Şerif Cürcani (1340-1413)’nin mantıkla ilgili diğer bir eseridir. Ancak diğerleri gibi muhtasar sınıfından değildir. Bu eser aslında Farsça iken, yazarın oğlu Nureddin Cürcani (1370-1434) tarafından Arapça’ya çevrilmiştir.[23]

B- Şerhler:
1- Hüsam-ı Kâtî, yahut Kâle-Ekûlu (AI)[24]

2- Fenari, yahut el-Fevaidü’l-Fenariyye (AI)[25]

3- Kutbüddin-i Şirazi, (AII) [26]

4- Şerh-i ****li (Tahtani) (AIV)[27]

5- Celal (Devvani) (AIII)[28]

C- Haşiyeler:

1- Muhyiddin (Talişi), (B1)[29]

2- Kul Ahmed (İbn Hızır), (B2)[30]

3- Seyyid (Ş.Cürcani) (Küçük ya da Küçek) (B3)[31]

4- Kara Davud (B3) Küçük’e haşiye[32]

5- Sadüddin (Taftazani) (B3)[33]

6- Davud (Kara), (B3)[34]

7- Seyyid (Ş.Cürcani), (B4)[35]

8- Îmâd (Farisi) (B3)[36]

9- Mîr (Ebu’l-Feth), (B5)[37]

10- Mirza-cân , (AIII) ve (B7)[38]

Yukarıda sınıflandırışmış olarak verilen bir listenin benzerini Rescher’in eserinde de bulmak mümkündür. Rescher ****li ve Şemsiyye’nin şerhleri ve bunların haşiyelerini zikrettikten sonra mantık öğretimine dahil edilen temel metinlerden bahseder ki, onlar şöyledir:

1- Kitabu’l-Mucez - Huncî

2- Kitabu’l- Cümel – Huncî

3- ****liu’l-envar – Urmevî

4- Şemsiyye- Kazvinî

5- Kitabu Hikmetü’l-Ayn – Kazvinî

6- Kitabu’l-İsagoci - Ebherî

7- Kitabu Hidayetü’l-Hikme - Ebherî

Yaklaşık olarak 14. Yüzyıldan sonra 3,4,5 ve 6. kitaplar bu alana hakim hale gelmiş ve genelde bunlar üzerine yapılmış Tahtani’nin (Cürcani’nin haşiyeleriyle birlikte), Cürcani’nin ve İbn Mübarekşah’ın[39] yapmış olduğu herkesçe bilinen şerhlerle bağlantılı olarak ders verilmiştir. Veyahut ta sırasıyla ya Kâtî’nin ya da Fenari’nin şerhleriyle birlikte okutulmuştur.[40] Burada verilen bilgiler ışığında yeni liste oluşur ki, o da bizim daha önce Müstakil Eserler başlığı altında zikrettiğimiz eserlere hemen hemen mutabıktır. Ancak burada genel Arap (İslam) mantığının gelişimi hakkında bilgi verilirken, bizim kullandığımız kaynak ve konuştuğumuz bölge bunların bir kısmıdır. Sık sık adı geçen Rescher’in mantık tarihi ile ilgili eserlerinin ikincisi olan The Development of Arabic Logic adlı eser ana başlıklarıyla mantık ilminin Arap (İslam) Dünyasındaki gelişimini şöyle özetler:

1- Tercüme Devri, (900’e kadar)

2- Mantığın İlk Çiçek Açışı (Gelişimi), (900-1000)

3- İbn Sina Dönemi, (1000-1100)

4- İbn Rüşd Dönemi, (1100-1200)

5- Medreselerin (Okulların) Çatışması, (1200-1300)

6- Uzlaştırma Dönemi, (1300-1400) ve Öğreticiler Dönemi (1400-1550)[41]


(3.bölüm)

Bu tasnif içerisine Osmanlıları koymak istediğimiz zaman, ilk Osmanlı medresesinin 1331’de yaptırıldığı dikkate alınırsa, Uzlaştırma Döneminin ortalarına rastlamaktadır ki, bu dönemlerde daha yeni teşkilatlanma başlamaktaydı. Bu takdirde daha çok mantık öğreticilerinin dönemine katabiliriz. Bu tarihler ve daha sonraki dönemlerde bilindiği üzere bir çok alanda, bazı orijinal çalışmalar hariç, şerh, haşiye, şerhlerin şerhi ve haşiyelerin haşiyelerinin yapıldığı dönemlerdir. Bunun için kütüphanelerdeki eserler ve bunların yazar ve istinsah tarihine bakmak yeterlidir.

C - Eserlerin Muhtevaları

Eserlerin muhtevası incelenirken okutulan eserlerin hepsi değil de, müstakil eserlerin içerikleri incelenecektir ve bunlar İsagoci, Şemsiyye, Tehzib ve ****li’nin içerikleri olacaktır. İsagoci bu eserler içerisinde hacim olarak en küçüğüdür. Tehzib de hemen hemen aynı boyuttadır. Daha sonra Şemsiyye ve ****li gelir.

İsagoci’nin İçerik Açısından Ana Hatları:

1- Delalet: Mutabakat, Tazammun ve İltizam

2- Lafızlar (Kavramlar): Müfret ve Mürekkeb (basit be bileşik)

2.1- Müfret, küllî ve cüz’î

2.1.1- Küllî, zati ve arazi (beş tümel konusu)

a- Zati, cins, tür ve ayrım.

b- Arazi, hassa ve araz-ı amm (ilinti)

3- Tanım: Had ve resm.

3.1- had, tam ve eksik

3.2- resm, tam ve eksik

4- Önermeler: Yüklemli, şartlı ve unsurları

4.1- Yüklemli önermenin çeşitleri

4.1.1- Olumlu ve olumsuz önermeler

4.1.2- Mahsûre önermeler

4.2- Şartlı önermeler, bitişik ve ayrık şartlı

4.2.1-Bitişik şartlı, gerekli ve raslantılı

4.2.2- Ayrık şartlı, hakikiyye, maniatü’l-cemi ve maniatü’l-hulû

4.3- Tenakuz (Çelişik önermeler)

4.4- Döndürme

5- Kıyas: Kesin ve seçmeli

5.1- Kesin kıyas, beş bölümü

5.2- Seçmeli kıyas

5.3- Kıyasın şekilleri

6- Burhan, (yakiniyyatın bölümleri), cedel, hitabet, safsata ve şiir.

Şemsiyye ise ana hat olarak bir giriş, üç makale ve bir sonuçtan oluşur. Girişte mantığın mahiyeti ve ona duyulan ihtiyacın belirtilmesinden sonra mantığın konusuna değinilir. Birinci makalede tanımda dahil olmak üzere lafızlar ve ona müteallik konular incelenir. Bu bölüm Ebheri’nin eserinde 1,2 ve 3 nolu başlıkları içerir. İkinci makalede önermeler ve hükümleri ele alınır. Üçüncü makalede ise kıyas incelenir. Sonuçta ise, ilk olarak kıyasın maddeleri son olarak ta ilimlerim unsurları adlı bir konuya değinilir.

Makalelerin ilki olan Müfret kelimelerin incelenmesinde, artı olarak mütevati, müşekkek, müşterek, müradif (ya da müteradif) ve mübayin lafızlarını görürüz. Yine bu bölümde külli’nin dış dünyadaki durumu ve kavramlar arası ilişkiler anlatılır ve gerçek ve izafi türden bahsedilir.

İkinci makalede, önermenin muhassala ve ma’dule durumu ve özellikle modal önermelerden bahsedilir. Döndürme konusunda ayrıca ters döndürme de zikredilir.

Üçüncü makalede kıyasın ekleri başlığı altında bileşik, hulfi kıyaslara yer verilir ve ardından akıl yürütmenin diğer iki türü olan Tümevarım ve Analoji’den bahsedilir.

Tehzib’de isim durum ilk bölümleme olarak adsal bir farklılık gösterir. İlk bölüme direkt olarak Tasavvurat adını vermez ama, ikinci bölüme Tasdikat diye başlar. Birinci bölümde lafızlar ve çeşitli konuları ve tanım ele alınır. Bütününde daha kısa anlatımlar içermekle beraber Şemsiyye’ye benzer. Ancak burada kıyasın ekleri adı altında incelenen konulardan tümevarım ve analoji hariç diğerleri yer almaz.

****li ise içerik açısından aynı konuları kapsamakla beraber konuların anlatımını daha geniş olarak ele alır. Eserin mantık kısmı kendi arasında iki bölüme ayrılır. Tasavvurların elde edilmesi ve Tasdiklerin elde edilmesi. Birinci bölümde iki alt bölüme ayrılır. İlkinde girişte mantık ve delalet konusuna değinilir. İkincisinde altı başlık altında külli ve cüz’i konusu incelenir ve tanım bahsi buraya dahil edilir.

Tasdikat veya bunların elde edilmesi başlığı altında ise üç konuya değinilir. Birincisi, önermelerin bölümleri ve unsurları. Bu başlık altında 11 alt başlık yer alır. Burada genel konuların dışında farklı olarak şu konulara değinir:

Linkwithin

Related Posts with Thumbnails

Tarih Sayfalarında Konu Paylaşılmıştır...

Etiketler

12 Eylül Abide Şahsiyetler Adnan Menderes AkŞemseddin Alp Arslan Antlaşmalar Ashab-ı Kiram Asr-ı Saadet Atatürk Atatürk Yazı Atatürk'ün Konuşmaları Barbaros Hayreddin Paşa Burak Reis Cahiliye Dönemi Cezzar Ahmet Paşa Cumhuriyet Tarihi Cumhuriyet Yönetimi Çanakkale Savaşı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa Dumlupınar Edebiyat Ermeni Meselesi Ertuğrul Gazi Ficar Savaşları Fil Vakası Gazi Osman Paşa Haritalar Hasan Tahsin Haşimiler Hicaz Demiryolu Hocali Katliami Hz Ömer R.a Hz Peygamberimiz s.a.v I. Kılıç Arslan İslam Tarihi İstanbulun Fethi İstiklal Savaşı Kanuni Sultan Süleyman Kaptan-ı Deryalar Karapapak Mihrali Bey Kaymakam Kemal Bey Kaynakçalar Kıssadan Hisse Kurtuluş Savaşı Kuyucu Murat Paşa Malkoçoğulları Mehmet Akif Ersoy Mehter Melikşah Milli Cemiyetler Milli Mücadele Nizamname Orhan Gazi Osmalıda Sosyal Müesseseler Osman Gazi Osmanlı Alimleri Osmanlı Kaynakça Osmanlı Kronolojisi Osmanlı Paşaları Osmanlı Şeceresi Osmanlı Tarihi Osmanlıda Bilim ve Sanat Osmanlıda Kurumlar Osmanlıdaki Akıncılar Osmanli Osmanli Sultanlari Piri Reis Röportaj Sahabe-i Kiram Sarıkamış Savaşlar ve Cepheler Slayt Sultan Abdülaziz Sultan Abdülmecid Sultan I. Abdülhamid Sultan I. Ahmed Sultan I. İbrahim Sultan I. Mahmud Sultan I. Mehmed Çelebi Sultan I. Murad Sultan I. Mustafa Sultan II. Abdülhamid Sultan II. Ahmet Sultan II. Bayezid Sultan II. Mahmud Sultan II. Murad Sultan II. Mustafa Sultan II. Osman (Genç Osman) Sultan II. Selim Sultan II. Süleyman Sultan II.Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) Sultan III. Ahmed Sultan III. Mehmed Sultan III. Murad Sultan III. Mustafa Sultan III. Osman Sultan III. Selim Sultan IV. Mehmed Sultan IV. Murat Sultan IV. Mustafa Sultan V. Mehmed Reşat Sultan V. Murad Sultan Vahideddin Şehit Tarhuncu Sarı Ahmed Paşa Tuğrul Bey Türk Türk Beyleri Türk Beylikleri Türk Devletleri Türk Sultanları Türk Tarihi Uzun Hasan Vezir Yavuz Sultan Selim Yedi Sekiz Hasan Paşa Yıldırım Beyazıd

Archive

Bu blogda yazılan her yeni yazıdan gününde haberdar olmak ister misin?
Cevabın evet ise sana e-posta aboneliğini önerebilirim. Böylece her yeni yazı için posta kutunuza mail düşecektir.

E-posta adresinizi yazın:

Tarih Sayfaların'da yayınlanacak yeni yazılar e-mail adresinize gelsin.

Post Link

İzleyiciler