tag:blogger.com,1999:blog-66638690114805415552024-03-13T15:15:04.517+03:00Tarih SayfalarıAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/03972912393484707436noreply@blogger.comBlogger156125tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-82098860651697217782010-03-27T14:16:00.001+02:002013-01-10T23:48:36.488+02:00Göktürklerin Kısa Tarihi<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S633dEEGp0I/AAAAAAAAALs/mrLqNmnExOI/s1600/gokturkler.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453286802494760770" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S633dEEGp0I/AAAAAAAAALs/mrLqNmnExOI/s400/gokturkler.jpg" style="cursor: hand; display: block; height: 277px; margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 360px;" /></a><br />
<div>
<span style="color: black; font-family: arial;">Asya Hun imparatorluğundan sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü bakımıyla 2. büyük Türk imparatorluğu olan Gök Türk Kağanlığı, "Türk" adını ilk kez kullanan Türk devleti olmuştur. Nitekim onlardan sonradır ki Türk adı, Gök Türklerin dışındaki Türk toplulukları için de kullanılır olmuştur.<br />Bugün öbür Türk devlet ve topluluklarından ayırt etmek üzere Gök Türk (Kök Türk ya da Kök Türük) dediğimiz bu topluluk ve devletin adı "Türk" veya "Türük" idi. Ancak, yazıtların bir yerinde Gök Türk olarak geçer ki, "Gök'e mensup, tanrısal Türk" anlamına gelen bu kullanım V. Thomsen'e göre kağanlığın parlak dönemine işâret etmekte olmalıdır (herhalde Mùgān (Mu-kan) Kagan木杆可汗 zamânı).<br />Gök Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya Hunlarından iniyorlardı. Yönetici âile olan Āshǐnà (A-shih-na) 阿史那 boyunun bir dişi kurttan türediğine ilişkin o çağda yaygın olan söylenceler Gök Türklerin erken târihini efsânelerle karıştırmaktadır. Gök Türklerin adı târihte ilk kez 542 yılında geçmektedir. 552 yılında önderleri Bumın komutasında, bağlı oldukları Ruánruán (Juan-Juan) 蠕蠕 Kağanlığı’na karşı ayaklanarak kendi devletlerini kurdular. Mùgān (Mu-kan) Kagan木杆可汗 (553-572) döneminde en güçlü dönemlerini yaşadılar; bu sırada, Bumın’ın kardeşi İstemi Yabgu (552-576) da Türkistan bölgesini ele geçirerek burada özerk bir yönetim kurmuştur. Bozkır sahasında ve Türkistan’da bulunan irili ufaklı pek çok halk ve devlet Gök Türklere bağlanırlarken Kuzey Çin’deki devletler de Gök Türk baskısı altında kaldı. Ancak devletin gücü 581 yılından îtibâren yavaş yavaş azalmaya, iç çatışmalar ise artmaya başladı; bir yandan ise, Suí 隋 Hânedânı egemenliğinde birleşen Çin yükselişe geçti. Zaman zaman güçlerini toparlayan Gök Türkler Çin’e ve Sâsânî Îrân’a zorlu anlar yaşattılarsa da Doğu Gök Türk Kağanlığı 630 yılında Çin’deki Táng (T’ang) 唐 Hânedânı tarafından yıkıldı; aynı yılda da Batı Gök Türk Kağanlığı Çin’e bağlandı. 656 yılına kadar iç karışıklar arasında Çin’e direnmeye çalışan Batı Gök Türkler, bu târihten sonra artık tamâmen Çin egemenliği altına girdiler. Nitekim son kukla Batı Gök Türk kağanı da 739 yılında Türgişler tarafından öldürüldü.<br />7. yüzyılın ikinci yarısında Batı Gök Türk topraklarında egemenlik fiilî olarak Türgiş güdümündeki On Ok boylarına geçmişti. Doğu Gök Türkler ise 630’dan sonra topluca Çin’in orta bölgelerine yerleştirilmişlerdi. Ancak 735’de Jiéshèshuài (Chieh-she-shuai, Nihal Atsız’ın romanında Kür Şad olarak karakterleştirdiği kişi) 結社率 adında bir Gök Türk tigininin Çin imparatorluk sarayını basmaya kalkışması ve bu uğurda ölmesi, Çinlileri korkuttu ve Gök Türklerin Orta Çin’den çıkarılarak Kuzey Çin’e yerleştirilmelerine yol açtı. En son ayaklanmaları 650’de bastırılmış olan Doğu Gök Türkler, Kuzey Çin’de 679-681 yılları arasında arka arkaya üç büyük ayaklanma çıkardılar. İlk iki ayaklanma kanlı bir biçimde bastırılmışsa da kağan soyundan gelen Kutlug’un ayaklanması başarıya ulaştı ve Kutlug, İltiriş Kagan (682-691) unvânını alarak Doğu Gök Türk Kağanlığı’nı yeniden kurdu. Bu devlet, gücünün zirvesine Kapgan Kagan (691-716) döneminde ulaştı; nitekim Gök Türkler, kağanlıkları yıkıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuşan ya da Çin’e bağlanan boyları yeniden egemenlikleri altına aldılar. Bilge Kagan’ın (716-734) ölümünün ardından iç karışıklara sürüklenen kağanlık, 744 yılında Uygurlar, Basmıllar ve Karluklar’dan oluşan bir koalisyon tarafından yıkıldı.<br />Gök Türkler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Türk adını kullanan ilk Türk topluluğudur ve onlar sâyesinde Türk adı, Türk kavimlerinin ortak adı olmuştur. Ayrıca Gök Türkler, bugünkü bulgulara göre Avrasya’nın atlı-göçebe toplulukları arasında yazıyı ilk kullanan kavim olmuşlardır. Nitekim Türkçe’nin ilk metinleri de Gök Türkler tarafından yazılmış (Orhon [Orhun, Orkun] Anıtları gibi) ve Türkçe artık bir yazı dili hâline gelmeye başlamıştır. Bunun dışında, Gök Türkler Kırım’dan Mançurya’ya uzanan imparatorlukları ile kendilerinden önce var olan göçebe imparatorlukları da büyüklük açısından geçmişlerdir; bozkır göçebelerinin kurdukları imparatorluklar arasında büyüklük konusunda Gök Türkleri ilk ve tek geçen imparatorluk, Moğol İmparatorluğu olmuştur. </span></div>
<br /><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-43965537979740995122010-03-27T14:11:00.001+02:002010-03-27T14:13:55.620+02:00Ramazanoğulları<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S632cb-hIcI/AAAAAAAAALk/12wJPRlF9H8/s1600/RAMAZA~1.PNG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 363px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453285692222284226" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S632cb-hIcI/AAAAAAAAALk/12wJPRlF9H8/s400/RAMAZA~1.PNG" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">RAMAZANOĞULLARI<br /><br />Bu ailenin tarihte görünüşünden Osmanlılarla münasebetine kadar olan tarihleri Memluk devleti ile bağlı olduğundan bunların beyliklerine dair o kaynaklarda Osmanlı tarihleri ve daha başka bir iki eserden yararlanılarak yazılmıştır. Ramazanoğulları Adana Tarsus Sis Misis Ayas(Yumurtalık) Payas ve çevresine yerleşmiş Yüregirli bir Türkmen boyuna mensup olup Oğuzların Üçoklu kolundandır. Beyliğine ismialem olan Türkmen beyi Ramazan’ın ismine tarihte ilk defa hicri 754 miladi 1353 senesi vekayiinde tesadüf ediyoruz. O tarihte Memluk devleti valilerinden Beyboğa’nın isyanı esnasında Dulkadir Bey’i Karacanın Beyboğa ile birlikte Memluk Sultanı aleyhinde hareket etmesi üzerinde Dulkadir Beyliği Türkmen beylerinden Ramazan Bey’e verilmişti.<br />Ramazan Bey’den sonra Türkmen Beyi ve Adana hâkimi olarak hicri 780 miladi 1378’de Ramazan oğlu Sârımüddin İbrahim’i görüyoruz. Bu kişi Adana Sis Misis Ayas Payas taraflarını ihtiva eden Memluk Sultanlarına bağlı bir beylik kurmuştur. Ramazanoğlu Sârımüddin İbrahim Bey Memluklularla mücadele halinde bulunarak hicri 783 miladi 1381’de Sis taraflarına kadar gelmiş olan Memluk kumandanı Emir Hüsameddin Toruntay ile görüşerek ona eşlik etmiştir. İbrahim Bey hicri 785 miladi 1383’te Karamanoğluyla birleşerek Memluk hükümetine karşı tekrar ayaklandı ise de mağlup oldu ve Halep naibi Emir Yolboğa tarafından yakalanarak kardeşi Kara Mehmet’le birlikte katledildiler.<br />Sârımüddin İbrahim Bey’in katlinden sonra Adana valisi ve Türkmen Beyi olan kardeşi Şahabüddin Ahmet hicri 803 miladi 1400’de Timur’un Suriye’den geri dönüşünü müteakip Halep şehrini Timurlulardan geri almış ve bu olayla Memluk devletine hizmet etmiştir. Şahabüddin Ahmet 1410’da Kahire’ye gitti. Sultan Ferec’e kızını verdi. Hicri 818 miladi 1416’da vefat eden Ahmet Bey’den sonra evladı ve yeğenleri arasında 2 sene sürecek olan hükümet kavgası baş gösterdi. Memlukluların himayesiyle İbrahim Bey Adana valisi ve Türkmen Emir’i olduysa da aile arasındaki kanlı mücadeleler bitmedi. İbrahim Bey hicri 821 miladi 1418’de Memluk hükümetine ait olan Tarsus şehrini bir sene sonra da Dulkadirliler elindeki Kayseri’yi zapt için Karamanoğlu ile birlikte hareket etti. Bunlardan ilkinde başarılı oldu ise de ikincide mağlup olarak çekildi. Müttefiki Karamanoğlu Mehmet Bey de esir düştü.<br />Bu vakalar üzerine İbrahim Bey Adana Valiliğinden azledilip yerine oğlu Hamza Bey tayin oldu. Hamza Bey 1426 senesinde öldürülünceye kadar babası ve amcaları Ali ve Mehmet Beylerle uğraşmaya mecbur olmuştur. Babası İbrahim Bey azlinden sonra da muhalefete devam etti. Ve nihayet hicri 830 miladi 1427 yılı sonlarında Karamanoğlu tarafından yakalanarak Kahire’ye getirilip orada katledilmiş ve Ramazanoğlu Beyliği İbrahim’in kardeşi Mehmet Bey’e verilmiştir. (832 muharrem, 142? Ekim) Mehmet Bey’e karşı da diğer kardeşi Ali bin Ahmed mücadeleye kalkmış ve oda beylikte bulunmuştur. Daha sonra Ali ve Mehmet Beyler birbirine düştüklerinden Adana Tarsus ve çevresi karışıklıklara sahne olmuştur. 15. asrın son yarısında Ramazanoğlu Beyliğinde Ömer Beyle kardeşi Davut bulunmaktaydı. Davut Bey Memlukluların yardımıyla Adana Beyliğini elde edip büyük oranda sükûneti sağladı. Davut 1480 senesinde Diyarbakır taraflarındaki Akkoyunlu ve Memluk savaşlarından birinde öldürüldüğünden yerine oğlu Halil Bey 1480’den 1510 senesine kadar 30 sene Adana beyliğinde bulunmuş Osmanlı Devleti ile dostluk kurmuştur. Gerek bunun gerekse yerine geçen kardeşi Mahmud Bey’in Osmanlı dostluğu siyaseti Ramazanoğulları üzerindeki Memluklulara karşı olan rabıtayı(bağları) gevşetti. İstanbul’a kadar gelen Mahmud Bey Yavuz Sultan Selim ile beraber Mısır Seferi’nde bulunarak Adana valiliğine Pirî Mehmed (1517) ve daha sonra oğullarından Derviş Mehmet Bey 1568 ve İbrahim Bey (1569) 1586’da ise Mehmet Paşa Adana valisi oldular. Mehmed Paşa’nın Ocak 1608’de vefatı üzerine de en son vali oğlu Pir Mansur Bey’in 1608’de beylikten çekilmesi üzerine Adana doğrudan doğruya Osmanlı vilayeti sayıldı.<br /><br /><br /><br />Trakya Üniversitesi Tarih Bölümü 1. Sınıf Ders Notlarıdır. YuSuFiSL@M tarafından sanal ortama aktarılmıştır... </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-69728138809236758972010-03-27T14:07:00.002+02:002010-03-27T14:08:37.289+02:00Dulkadiroğulları Beyliği<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S631MHQUfSI/AAAAAAAAALc/5Y08_tpwtgM/s1600/DULKAD~1.PNG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 311px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453284312270273826" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S631MHQUfSI/AAAAAAAAALc/5Y08_tpwtgM/s400/DULKAD~1.PNG" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Başlangıçta Elbistan ve Maraş taraflarında oturmuş olan ve Oğuzların Bozok kolundan olan Dulkadir Türkmenleri yiğitlik ve cesaretleriyle tanınmışlardır. Bunlar birçok siyasi olaydan etkilenerek 1339’da Maraş ve Elbistan taraflarında Memluk Devleti hâkimiyeti altında olarak bir beylik kurmuşlar ve daha sonra sınırlarını genişleterek Malatya ve Harput taraflarına kadar gitmişlerdir. Bu beyliğin kuruluş tarihi 14. asrın ilk yarısıdır. Dulkadirlilerin ilk hükümet reisi Zeynüddin Karaca Bey’dir. Karaca Bey aşiret reisi iken Memluk Sultanının Ermenilerle yaptığı muharebelere katılmış ve cesareti dolayısıyla Memluk kumandanlarının güvenini kazanmıştı. 1339’da Eretna Bey’in elinden Elbistan’ı alan Karaca Bey orayı kendisine merkez yapmış ve 1 sene sonra da Memluk Sultanı Melik Nâsır Mehmet tarafından kendisine Türkmenler Beyliği ve Elbistan valiliği verilmiştir. Karaca Bey bundan sonra Sis Ermenileriyle yaptığı başarılı çarpışmalar dolayısıyla ünlenerek Memluk kumandanlarının başaramadıkları işleri başardı. Bu nedenle kumandanlar Karaca Bey’i çekemediler. Bir bahane ile asi damgası vurup üzerine kuvvet gönderdilerse de Karaca Bey o kuvvetleri de yenerek Halep taraflarında epeyce yer aldı. Bu başarılardan dolayı şımardı. Ve Melik Zahir unvanıyla hükümdarlığa bile kalkıştı. (1348) Karaca Bey durumunu sağlamlaştırmak ve Memluk hükümeti tarafından gelecek darbeyi karşılamak için kendisine yardımcı arıyordu. İşte tam bu sırada Memluk Beylerinden olup isyan eden Beyboğa ile birleşti ise de Beyboğa’yı mağlup eden Memluk kuvvetlerine karşı koyamayan Karca Bey Sivas ve kayseri hükümdarı Eretna oğlu Mehmet Bey’e iltica ettiyse de Mehmet Bey Karaca’yı Memluklara teslim ettiğinden Kahire’ye gönderilip orada “bab-ı zevile’de” asıldı. (1353)<br />Karaca Bey’den sonra Memluk devletine itaat etmek şartıyla Elbistan valiliğine Karaca Bey’in Memluk devletine itaat etmek şartıyla Elbistan valiliğine Karaca Bey’in oğlu Halil Bey tayin edildi. Halil Bey Maraş Malatya Harput Behinsi ve Amik taraflarını alarak hudutlarını genişletti. Memluk Devleti ile de çatışmaktan çekinmedi. Hatta üzerine gönderilen iki Memluk ordusunu fena halde bozguna uğrattı. Bunun üzerine Dulkadiroğlu meselesini kesin surette halletmeye karar veren Memluk hükümetinin gönderdiği ordu Halil Beyi Harput kalesine çekilmeye mecbur etti. Halil Bey’in bu başarısızlığının sebebi Memlukların Dulkadir ailesi arasına giren fitne fesattır. Memluk Devleti bu durumdan yararlanarak Dulkadir ailesinden bazılarını kendi tarafına çekerek Halil Bey’e suikast yaptırdı. Yani Halil Bey’in biraderi ve Harput Bey’i olan İbrahim Bey Memluklulara bağlılığı sebebiyle Harput’ta bulunan biraderi Halil Bey’i katletti.(1386) Mezarı Melik Gazi Köyündeki türbesindedir. Halil Bey’in yerine kardeşlerinden Süli Bey geçti. Süli Bey ilk zamanlarda Memluklulara karşı olan Karaman ve Ramazanoğlullarıyla sonrada Memluklularla uğraştı. Memlukluların biraderi Halil’e yaptığı gibi Sultan Berkuk’un emriyle bir suikast ile Süli Bey ortadan kaldırıldı. (1397) Süli Bey Osmanlılar ve Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed ile dostluk ilişkisi kurarak Burhaneddin Ahmed’e ve henüz şehzade olan Çelebi Mehmed’e kızlarını vermiştir. Süli Bey yerine oğlu Sadaka tayin edildi. Sonra ondan vazgeçilerek Halil Bey’in oğlu Nasıruddin Mehmed getirildi. Bunlar birbirine düştüler. Memluk Sultanı Berkuk’un siyaseti de buydu. Nasıruddin Mehmed Bey Memluk devleti ile hoş geçinme siyaseti takip etti. Hatta Anadolu’ya giren Timur ordusunu Elbistan Türkmenleri ile yaptığı baskınlarla taciz eyleyerek Memluklulara bağlılığını fiilen gösterdiyse de Timur Elbistan’ı işgal Malatya ile Behisni’yi tahrir ettiğinden Nasıruddin Mehmed ister istemez Timur’a itaate mecbur oldu. Nasıruddin Mehmed 1412’de Ankara’ya gelerek Çelebi Mehmet’le görüşmüş ve aralarında dostluk kurulmuştu. Nasıruddin Mehmed iki defa Memluklularla bozuştuysa da coğrafi durumu onlarla hoş geçinmesini gerektirdiğinden muhalefeti bırakarak dostane bir şekilde yaşamaya mecbur olmuştur. Bu da amcası Süli Bey gibi Memluklularla mücadele eden Karamanoğulları ve Ramazanoğullarıyla sürekli uğraşmış ve Karamanoğullarının elindeki kayseri şehri hizmetine mükâfat olarak ona verilmiştir.<br />Bundan başka Karaman ve Ramazanoğullarını bir savaşta mağlup ederek Karamanoğlu Mahmut Bey’i esir almıştır. (1419) Daha sonra 1436’da Memluk Sultanı Baybars’ın düşmanı olan Canbey Sofu’yu yakaladığı halde ona teslim etmemesinden dolayı elindeki Kayseri şehri Karamanoğullarına verildi. Nasıruddin Mehmet Bey Kayseri’yi kurtarmak için burada vali olan oğlu Süleyman Bey’i Osmanlı hükümdarına göndermiş ve onların yardımıyla Kayseri yine Dulkadirlilerin eline geçmiştir. (1436) Nasıruddin Mehmet Bey bundan sonra Memluk devletine sadakatini göstermek üzere Kahire’ye kadar giderek bir süre orada kaldı. Sonra dönüşünde çok yaşlı bir kimse olarak vefat etti.(1442) Nasıruddin Bey’den sonra Dulkadir Beyliği Malatya valisi olan oğlu Süleyman Bey’e verilmiştir. Süleyman Bey babasının Osmanlılar ve Memluklular ile olan dostluğunu devam ettirdi. Kızı SİTTİ MÜKRİME hatunu 1449’da Sultan II. Murat’ın oğlu şehzade Mehmed (II. Mehmed)’e diğer kızını da Memluk sultanı Melik Zahir Çakmak’a vererek aradaki bağları kuvvetlendirdi. Süleyman Bey 1454’te vefat ederek yerine oğlu Melik Arslan Dulkadir Bey’i olduysa da Dulkadir Beyliğinde zayıflamalar başladı. Akkoyunlu Uzun Hasan Bey bunlardan Harput’u aldı. Memluklulardan yardım istemek üzere Kahire’ye giden Melik Arslan kardeşi Şah Budak tarafından ayarlanmış bir fedai tarafından namaz kılarken camide öldürüldü.(1465) Melik Arslan’ın yerine Memluk Sultanı Kayık tarafından Şah Budak Dulkadir Bey’i olarak tayin edildi. Fakat Dulkadirliler kardeşinin katili olan Şah Budak’ı istemeyerek Osmanlılara başvurdular Şah Budak Mısır’a kaçtı. (1466) Onun yerine Nasıruddin Mehmed’in oğlu Rüstem Bey Memluk Sultanı tarafından Dulkadir Beyi tayin edildi. Fakat Osmanlı hükümeti de oraya Şah Budak’ın diğer biraderi Şehsuvar Bey’i tayin etmişti. Bu nedenle Dulkadir meselesi Osmanlılarla Memluklular arasındaki dostluğun bozulmasına ve bu iki büyük devletin çarpışmasına sebep oldu. Osmanlı devleti himayesinde olan Şehsuvar Bey 1466’da Dulkadir memleketine tamamen sahip olunca Rüstem Bey açıkta kaldı. Şehsuvar Bey Memluklular ve Ramazanoğlullarına karşı başarıyla savaştı. Halep taraflarına akınlar yaptı. Fakat Emir Yeşbek kumandasıyla üzerine gönderilen Memluk ordusu 1471’de Şehsuvar’ı Antep muharebesinde mağlup etti. Zamantı Kalesine kaçan Şehsuvar Bey orada kuşatılıp teslim olduktan sonra Kahire’ye gönderilerek Sultan Kayıkbayın emriyle bab-ı zevile’de asıldı. Bu başarı üzerine Memluk Sultanı Şah budak’ı 2. defa Dulkadir Türkmen Beyliğine tayin etti. Osmanlılar da buna karşı kardeşi Alaüddevle Bozkurt Beyi seçtiler. Osmanlıların seçtiği bu yeni Dulkadir beyi kurnazca hareket ederek memluklulara güler yüz göstermek suretiyle biraderi Şah Budak’ı ortadan kaldırdıktan sonra bir müddet de Osmanlılara sadıkane hizmet etti. Kızı Ayşe Hatun’u Sultan II. Bayezid’e vererek bağlarını kuvvetlendirdi. Alaüddevle cesur bir beydi. Bir ara Diyarbakır’ı Akkoyunlulardan almış. Şah İsmail’le de bir kaç defa çarpışmış ise de başarılı olamamıştır. Osmanlılarla Memluklular arasındaki savaşlarda Herkes oğlu Ahmed ve Hadım Ali Paşaların başarılı olamamaları üzerine ve Memlukların teşviki ile Osmanlılara karşı cephe alan Alaüddevle’ye karşı o zaman hiçbir şey yapılamamıştır. İran seferi ve Çaldıran’ı takriben 1515’te üzerine veziri azam Hadım Sinan Paşa kumandasında gönderilen Osmanlı kuvvetleri kendisini Turnadağ muharebesinde mağlup ettikten sonra yakalanarak 4 oğluyla beraber katledilmiştir. Alaüddevle’nin başı hamisi olan Memluk sultanına gönderilmişti. Alaüddevle’nin ölümünden sonra Memlukların bu aile üzerindeki nüfusları sonra ererek Dulkadir memleketleri Osmanlılara geçmiş ve beyliğe de Osmanlı padişahı adına hutbe okutmak ve para bastırmak şartıyla Şehsuvar oğlu Ali Paşa tayin edilmiştir. Ali Paşa Osmanlıların Mısır seferinde ve Şam valisi Canberdi Gazali isyanında çok önemli hizmetlerde bulundu. Ali Paşa’nın son başarılarını kıskanan vezir Ferhat Paşa2nın karalamalarıyla hakkındaki güven sarsıldığından bir hile ile Elbistan’dan çıkarılarak 4 oğlu ile beraber Ferhat Paşa’nın Artıkova karargâhında katledildi.(1521) Bundan sonra Dulkadir beyliği Maraş, Malatya, Antep, Zulkadiriyye, Zümeysat sancaklarını içeren beylerbeylik olmuştur.<br />Dulkadiroğlularından Alaüddevle Bozkurt Bey’in Maraş, Antep, Antakya, Bahçe, Kadirli, Andırın, Elbistan, Bozok (Yozgat) ve Kırşehir’de cami, medrese, imaret, türbe ve zaviye gibi tesisleri vardır. Nasıruddin Mehmet Bey’e ait Kayseri’de Hatuniye Medresesi, Şehsuvarzade Ali Paşa’nın Kırşehir Ali Bektaş’ta Balım Sultan Türbesi, Körşahruh’un Kayseri Sivas yolu üzerinde köprüsü Dulkadiroğullarından kalmış eserlerdir. Dulkadiroğulları Memluk devletine tabi olduklarından paraları yoktur.<br /><br /><br /><br /><br />Trakya Üniversitesi Tarih Bölümü 1. Sınıf Ders Notlarıdır. YuSuFiSL@M tarafından sanal ortama aktarılmıştır... </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-69337906825475850242010-03-27T14:00:00.002+02:002010-03-27T14:04:22.334+02:00Türk - Ermeni İlişkileri<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S630PS0TtGI/AAAAAAAAALU/QL6byhX89xY/s1600/rg.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 234px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453283267401987170" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S630PS0TtGI/AAAAAAAAALU/QL6byhX89xY/s400/rg.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Ermeniler; Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part, Sasani, Bizans, Arap ve Türklerin hakimiyeti altında yaşamışlardır. Ermenileri Bizans'ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını bahşeden, Selçuklu Türkleri olmuştur. Fatih döneminde ise, Ermenilere din ve vicdan hürriyeti en üst düzeyde verilmiş, Ermeni cemaati için dini ve sosyal faaliyetlerini yönetmek üzere Ermeni Patrikliği kurulmuştur.<br />Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu'nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu'ya girişlerinden sonra; Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici töre ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, "Ermenilerin altın çağı" olmuştur.<br />Osmanlı Devleti'nin çalışan, liyakatli, dürüst ve üretken her teb'asına sağladığı imkanlardan Gayr-i Müslimler içinde en çok faydalananlar; Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka" olarak kabul edilmişlerdir.<br />İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşu tarihte eşine zor rastlanır bir olaydır: Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni episkoposluğunu, çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın, başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görülmüştür.<br />"Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." diyen günümüzün Ermeni Patriği II. Mesrob'un sözleri de bu olayın önemini doğrulmaktadır.<br />Nitekim, Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar ve hatta Osmanlı Devleti'nin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler yazanlar bile olmuştur.<br />Ancak Osmanlı Devleti'nin zayıflamaya başladığı dönemlerde, bazı devletlerin vaatlerine kanan Ermeniler, on binlerce Türk ve Ermeni'nin ölümüyle sonuçlanan isyan ve katliamlara başlamışlardır ve bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır. </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-87522509384104148422010-03-27T13:53:00.001+02:002010-03-27T13:59:34.518+02:00Türk Mitolojisi<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63zF_T1J_I/AAAAAAAAALM/aYM3-8V3-AA/s1600/603PX-~1.JPG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 397px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453282008035043314" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63zF_T1J_I/AAAAAAAAALM/aYM3-8V3-AA/s400/603PX-~1.JPG" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">ASENA<br /><br />Eski Türk mitolojisine göre dişi bir kurtdur.<br /><br />Göktürk kaynaklı sözlü geleneğe göre toplu katliama uğramış Aşina (Zena veya Asen) soyundan bir bebeği bir dişi kurt kurtarır, emzirir ve korur. Bu bebeğin daha sonra Göktürk İmparatorluğu'nu kuracak olan Aşina (Zena veya Asen) so yunun atası olduğu iddia edilir.<br /><br /><br />Mitoloji ile ilgili bu madde bir taslaktır. Maddenin içeriğini geliştirerek Vikipedi'ye katkıda bulunabilirsiniz.<br /><br />Erlik<br /><br />Kamcı Türk Mitolojisi'nde kötülük Tanrısı. Anlamı 'güçlü'dür. Kıranları yapan tanrıdır. Kızları Kara Kızlarkuttörenleri sırasında kamları baştan çıkarıp, onların başarısız olmalarına neden olurlar. Erlik ile iletişime geçen kamlara Kara Kam denir.<br /><br />Ülgen<br /><br />Ülgen, Türk mitolojisinde (kamcı inanç döneminde) Türklerin iyilik tanrısıdır. Tek Tanrı inancında Göktanrı ile bir tutulmuştur. Bai Ulgan, Ulgan gibi adlarla Sibirya kavimlerince de yaratıcı tanrı olarak anılır.<br />Ak Kamlarönbilicilik için bu Tanrı'ya, Tanrı'nın kızları Ak Kızlar aracılığıyla başvurur. Türk Mitolojisi'ndeki karşı imgesi Erlik dir.<br /><br />Ayrıca;<br /><br />Kam<br /><br />KamKam kelimesinin çeşitli manaları ve kullanımları vardır:<br />Kam; (mekanik) Mekanikte sırası ile kendisine temas eden düzenekleri harekete geçirmeye yarayan metal uzantı.<br />Kam; (din) Türk şamanizminde şaman.<br />Kam; Kham, Kamoz olarak da adlandırılan Afganistan'ın bir bölgesi.<br />Kâm; Farsça kökenli "dilek", "zevk", "mutluluk", "tat" gibi manalara gelen kelime, isim.<br />Kam; (osmanlıca) Eski dilde "zaman", "devre", "yüzyıl" gibi manalara gelen kelime, isim.<br />Tengri<br /><br />"Tengri" kadim Türk lehçelerinde ortak olarak "Allah" anlamında kullanılan kelimenin Türkiye Türkçesinde "Tanrı" sözüne evrilmiş öncülüdür.<br />Divân-ı Lügati’t-Türk’ün son olarak Kabalcı Yayınevi tarafından yapılan güncelleştirilmiş baskısında Tengri kelimesi “Tengri: Allah azze ve celle” karşılığı ile hiçbir şüphe olmaksızın verilmektedir.<br />Antropolojik veriler ve bu verilere istinaden yapılan etnografik çalışmalar eski çağlardan bu yana, “Tengri” kelimesi ve benzerlerinin Türkler arasında “ilahi düzen ve bu düzeni yaratıp, sürdüren “ulu bir güç kaynağı” anlamında kullanıldığını göstermiştir. Türklerin “Tengri” anlayışı, hiçbir şey yaratabilemeyen ve zaten kendileri de -önce kavram olarak sonrasında da somut nesneler olarak- yaratılmış olan putlara benzer bir karşılığa sahip olmamıştır.<br />Yakut dilinde Tangara; Kuman dilinde Tengre; Karaim dilinde Tangrı; Çuvaş Türkçesinde Tura; Hakas dilinde Tigir; Tuva dilinde Deyri; Kırgız-Kazak Türkçesinde Tengri;Tatar dilinde Tengre; Karaçay-Malkar Türkçesinde Teyri; Azerbaycan Türkçesinde Tarı/Tanrı; Türkiye Türkçesinde Tanrı olarak kullanılması bile bu kelimelerin ifade ettiği kavramın Türk halkları arasındaki ortak kullanımının işaretidir.<br />İslami terminolojideki Allah kavramının karşılığı olarak Tengri; ilk ve ilahi başlangıcı bildirir, alemdeki her şey O’na bağlıdır ve bir şekilde O’ndan bir eser taşır. Algılanan alemin suları-denizleri; dağları-taşları, ağaçları-kuşları kendi özgün niteliklerinden varılabilecek “Tengri” işlevlerinin görüntüleridir. (TasavvuftakiTevhid-i Efal; Tevhid-i Sıfat - Tevhid-i Zat basamakları da buna benzer bir anlamı içerir. ) “Tengri” kavramına karşı çıkanların dayanağı olan halk inanışları, ancak buradaki inceliği ayırd edemeyen insanlar arasında yayılan “yanlış uygulama” ve “hurafe”lerin tenkidi anlamında bir anlam taşımaktadır.<br />Kaşgarlı Mahmud 1074 yılında yazımının tamamladığı kabul edilen eserinde Tengri kelimesinin anlamını verirken şu önemli tesbiti de yapmaktadır: “Kafirler –Allah’ın gazabı üzerlerine olsun-göğe “tengri” derler, aynı zamanda azametli gördükleri her şeyi, örneğin bir dağı ya da bir ağacı da “tengri” olarak adlandırır ve önünde secde ederler. Bunların sapkınlıklarından kaçarak Allah’a sığınırız.”<br />Görüldüğü gibi Kaşgarlı Mahmud da Tengri kelimesinin kullanımında hiçbir sakınca görmezken bu kelimeyi kullananların düştükleri şirk -ve hatta küfür- hatasını savunma gibi bir yanlıştan sakınmaktadır. Bu tenzihi tavrın bilincinde olan bir insanın Allah –azze ve celle- manasına Tengri kelimesini kullanmakla “din dışına çıkma” tehlikesi olabilir mi? Burada da şu ebedi ve nebevi gerçek hatırlanmalıdır: “Ameller niyetlere göredir.”<br />Ünlü Arab gezgin İbn Fadlan’ın naklettiğine göre o sıralarda İslam’a henüz girmiş olan Oğuz Türkleri herhangi bir zorluk ile karşılaştıklarında bakışlarını gökyüzüne yöneltip “Bir Tengri” derlermiş. Başta Kaşgarlı Mahmud olmak üzere İslami dönemin tüm yazarları Allah kasdıyla “Tengri” ismini kullandıkları gibi bütün kaynaklarda her işe; söze kutlu bir nitelik kazandırmak kasdıyla ilk önce “Ulu Tengri’nin adı” anıldıktan sonra başlanması gerektiğini bildirmişlerdir.<br />Türk tasavvuf tarihinin öncü ismi Ahmed Yesevi de Divan-ı Hikmet adı ile biraraya getirilen "hikmet" adlı şiirlerinin 12'sinde bu kelimeyi asli şekliyle " Tengri" olarak kullanmaktadır.<br />Anadolu tasavvufunun en önemli isimilerinden Yunus Emre ( XIII.yy.) ve Niyazi Mısri de şiirlerinde "Tengri" anlamındaki "Tanrı" ve eşdeğeri olarak "Çalab" kelimesini kullanmışlardır.<br /><br /></span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-31815930231266498732010-03-27T13:50:00.001+02:002010-03-27T13:53:04.795+02:00Türklerde Bozkurt Nedir<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63xlBFyeuI/AAAAAAAAALE/QGvX3VX51es/s1600/ffffff.bmp"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 310px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453280342065707746" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63xlBFyeuI/AAAAAAAAALE/QGvX3VX51es/s400/ffffff.bmp" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Türk kültüründe Bozkurt'un manasını açıklayabilmek için kültürün tanımlanması gerekir. Özellikle kültürde sembolün öneminden bahsettikten sonra Bozkurt'un anlamını daha kolay kavrayabiliriz. Bir milletin kültürü ile mitolojisi birbirinden farklı kavramlar değildir, her ikisi de aynı hayat felsefesinden beslenmektedir. Kültür; bir milletin, dilini, sanatını, hukuk ve ahlak anlayışını, duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Çünkü bir milletin folklorunu ve edebiyatını belirleyen, mensuplarının idrak alemini oluşturan değerlerin özünde o milletin kültürü vardır. Kültürün özelliği, milleti meydana getiren fertlere kazandırmış olduğu idraktır. Bir kültürün sınırı, onun zihniyet ve imanı ile çevrelenmiştir. Kültürleri birbirinden ayıran, zihniyet ve iman farklarıdır. Aynı farklara sahip olan cemiyetlerin birbiri ile çarpışmasına sebep olur. Kültür çevreleri benzer olan veya benzer kaynaklardan beslenen kültürler olur ama bunlar birbirine tamamen benzemez. Her kültür, diğerlerinden farklı görünmek durumundadır, farklılık şuuru olarak isimlendireceğimiz bu durum, toplumun bütün hayat şekillerini başka kültürlerden ayrı olmaya, değişik bir üslûp kurmaya yönlendirmektedir. Milli kimlik yahut kişilik dediğimiz bu farklı oluş, düşünce biçiminden, kılık kıyafet; tavır ve davranış biçiminden, eğitime ve eğlenceye kadar hayatın her saha ve safhasında görülür. Mesela, aynı dine mensup olan milletlerin dinî anlayış şekilleri birbirinden farklıdır. Çünkü idrak alemini şekillendiren değer yargıları farklıdır. Bu farkı onaya çıkaran ise o milletin kültürüdür. Bu farklılıklar o milletin mimarî abidelerine, edebî eserlerine, musikî eserlerine, felsefî sistemlerine, v.s... yansır ve kültürün devamlılığını sağlar. Böylece gelecek nesillere yol gösterici olur, kaynaklık yapar. Her toplumun kültür değişimlerinin bir geçmişi vardır. Kaynağını ise o toplumun tarihi derinliklerinden alır. Bir kültür varsa, onun ait olduğu millet vardır. Millet özelliğine layık bir topluluk varsa, muhakkak bir kültürü vardır. Kültürler ve dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf ve adetler gibi unsurlar, ait oldukları cemiyetler kadar eski ve onlarla yaşıt sayılmalıdırlar. Bu kültür unsurları nesilden nesile intikal ederler. Bunun neticesi olarak da yeni nesiller bunları hazır bulurlar. Kültürü kalıcı kılan ve gelecek nesillere aktaran, kültürün değer yargılarıdır. Bu değer yargıları da kendini sembollerle yaşatır. İşte bu semboller kültürün en güçlü ve kalıcı kısmını oluşturur.<br /><br />Kültürün genel manâda anlamını açıkladıktan sonra üzerinde durmamız gereken önemli bir kavram da "Türk Kültürü" kavramıdır. Bizim atalarımız Orta Asya'da, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Burası Çin ile sınırdaş olan bir ülkeydi. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin pek çoğunu (malesef) Çin tarih kaynaklarından öğreniyoruz.. Çin tarihçileri M.Ö. 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi 4000 yıllık bir tarihtir. Atalarımızın kültürü "Bozkır" kültürü olarak ifade edilmektedir. Bozkır kültürünü Türklerin siyasi ve sosyal yapısı oluşturmaktadır. Bu kültür, göç ve fetihler esnasında orada terk edilip gelinmiş değildir. Esasında, sosyolojik kaideler de göstermektedir ki kültür bir elbise gibi eskiyip atılmaz veya değiştirilemez.<br /><br />Bozkurt, asırlardır yaşayan bir ülkünün, Büyük Türkçülük Ülküsü'nün sembolüdür. Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti'nin inanışlarındaki rolü üç şekildedir:<br /><br />Ata olarak Bozkurt<br /><br />Rehber olarak Bozkurt<br /><br />Kurtarıcı olarak Bozkurt<br /><br />Bozkurt'tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır. Türklerin millet hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda Bozkurt onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır. Ergenekon Destanı'nda ve Kut Dağı efsanesinde Bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk'ün zor duruma düştüğü zaman Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da taşımaktadır. Sanki Bozkurt manevi bir alemden Türk Milleti'nin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem Bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.<br /><br />Bozkurt'un Türk destanlarındaki fonksiyonu tamamen semboliktir. Milletin büyüme, yayılma ve güçlenmesi için takip edilmesi gereken yolların işaretini destan maddî unsurlarla ifade etmektedir. Bozkurt'ta sembolize edilen fikir Türk birliğini sağlayan, Türklerin büyüyüp gelişmesini temin eden bir fikirdir. Türkler bu fikire inanıp riayet ettikçe hakimiyetlerini ve üstünlüklerini korumakta, bu fikirden ayrıldıkları zaman felakete uğramaktadırlar. Onları felaketlerden kurtaran da yine Bozkurt olmaktadır. İşte burada Bozkurt, bir ülkünün, yani sosyal bir hayat nizamının yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, Bozkurt asırlardır varolan bir ülkünün sembolüdür.<br /><br />Eski Türkçe'de Bozkurt'a, "Kök Böri" (veya "Börü") adı verilirdi. Buradaki "Böri" (ya da "Börü") sözcüğü "Kurt" anlamına gelirken, "Kök" de bugünkü "Gök" sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. Fakat Kök (Gök) kelimesi mavi rengi tasvir etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, "Ulu" anlamında kullanılır. Mesela "Kök Tengri", "Ulu Tanrı" anlamına gelir.<br />Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:<br /><br />Oğuz Destanı.<br /><br />Bozkurt Destanı.<br /><br />Ergenekon Destanı.<br /><br />Göç Destanı.<br /><br />Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.<br /><br />Oğuz Destanı'nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.<br /><br />Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.<br /><br />Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-Çine (Boz-Kurt) adını almıştır.<br /><br />Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.<br /><br />Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:<br /><br />Soyun devamını sağlamak.<br /><br />Türkler'e kılavuzluk etmek.<br /><br />Türkler'i felaketlerden kurtarmak.<br /><br />Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Gök Türk kağan sülalesi olan Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök Türk kağanları, atalarının anısına saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. Böylece kurt başlı sancak, Türkler'de kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur. Ancak bu gelenek yalnızca Gök Türkler'e özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türkleri'ne ve Türkler'in eski atalarına değin gider. M.Ö.'ki Asya Hunları'nda ve hatta o çağlarda Batı Türkistan'da yaşayan U-sun (Wu-sun) Türkleri'nde, tıpkı bildiğimiz Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaç Türkleri'nde de vardı; Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt ırmakları" bulunmaktaydı. Uygur Türkleri'nin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur Kaganlığı, Gök Türk Kaganlığı'nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, Kök-Türk Kaganlığı'nın devamıdır).<br /><br />Kurt, eski Türk kültüründe "at" ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır. Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun yol gösterdiğine inanmışlardır. Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.<br /><br />Gök Türkler'e göre dişi kurt "ulu ana", Uygur Türkleri'ne göre de erkek kurt "ulu ata"dır. Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'a her sefere çıkışında gök bir kurt öncülük eder. Çingizname'de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.<br /><br />Dede Korkut Öyküleri'nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. Yine Dede Korkut Öyküleri'nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan haber vermesini ister.<br /><br />Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ''tipik''tir; yani, başka kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile Türk soyundan olan kavimler "Kurt'tan Türeyenler" olarak tanımlanırken, Türk soyundan olmayan kavimler "Kurt'tan Türeyenlerden Değildirler" biçiminde ayırdedilmiştir.<br /><br />Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir varlıktır. Uygur Türkleri'nin Kutlu Dağ Destanı'nda kurt, ülkeye bolluk ve mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinliler'e verilmesinden sonra, üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni bir yurt arayan Türkler'e kılavuzluk etmişti.<br /><br />Batıda (11. yüzyılın sonu) Kuman Türkleri'nde yardımına başvurulduğuna ilişkin kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Tabgaç Türkleri'nin ataları (yani Hun Türkleri) bir Bozkurt'un önderliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.<br /><br />En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan, gün ışığının içinden çıkan bir Bozkurt'un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir. Şimdiki Bulgaristan topraklarında bulunan Madara'daki kaya kabartmasında görkemli bir atlı biçiminde gösterilen Kurum Han'ın yanındaki kurt tasviri de, Türk bozkurt geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir. Kurt motifi, çobancılık ve besicilikle (Eski Türkler'in ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk'tür. Bundan dolayı, bugün dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile Bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk'ün yaşam ve savaş gücünü temsil eder.<br /><br />Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un beli kurt beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde "Kök Böri bolsungıl uran" ("Gök Börü olsun savaş narası") demiştir. Yine Oğuz Destanı'nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.<br /><br />Kırgız Türkleri'nin büyük destanı Manas Destanı'nda kurt, bir düş yorumu olarak karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han'ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun'a şöyle derler: "Senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak..." Kırgız Türkleri, cins ve güzel atlara da ''Kök Böri'' (Gök Kurt, Boz Kurt) adını verirlerdi...<br /><br />Alıntıdır ..Hüseyi Nihal Atsız Tanımlaması ve Yazısıdır.<br /></span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-83142773006660877222010-03-27T13:49:00.002+02:002010-03-27T13:50:18.533+02:00Kürşat İhtilali<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63w5k6F8-I/AAAAAAAAAK8/ez2Ri5KVxlo/s1600/kursad35b15d.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 353px; DISPLAY: block; HEIGHT: 338px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453279595766084578" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63w5k6F8-I/AAAAAAAAAK8/ez2Ri5KVxlo/s400/kursad35b15d.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">KÜR ŞAD İHTİLALİ<br /><br />Teoman Yabgu'nun Kuzey Asya'da Büyük Türk Hakanlığı'nı kurduğu yıldan, Milattan önce 220 yılından, 854 yıl geçmişti. Milad'ın 634. yılında Büyük Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girmişti. Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı'nın başında Göktürk hanedanı bulunuyordu. Türklerin en büyük ve an'anevi düşmanı, Çin İmparatorluğu idi. Göktürk hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk Kağan Çinliler , bir Çin prensesi olan eşi İçing Hatun eliyle zehirletmişlerdi. 621 de zehirlenerek ölen Çuluk Kağan'ın yerine kardeşi Kara Kağan geçti ve İçing Hatun'la, yani dul yengesiyle evlendi. Kara Kağan, zayıf bir şahsiyetti. Çinli eşinin entrikalarıyla büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. üst üste gelen soğuklar ve kıtlık yılları da Türk illerinde büyük zararlar meydana getirdi. Bu durumdan faydalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir ordu gönderdiler .Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle beraber Çinlilere esir oldu. 4 yıl Çin'de yaşadı Kederinden öldü.<br /><br />Çinliler, Kara Kağan'ın yerine Doğu Göktürk prenslerinden Sirba Kağan'ı Türk imparatoru ilan ettiler .Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. Hayatı 9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin'e tabi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca Çin'in ve bütün Asya'nın efendisi olan Türkler , bu utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat gözlüyor , kendilerine bir lider arıyorlardı. Bu lider , ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kahraman, Çuluk Kağan'ın küçük oğlu, İçing Hatun'un üvey oğlu ve Kara Kağan'ın yeğeni, genç bir Türk imparatorluk prensiydi. Adı Kür Şad'dı. 40 kişilik bir ihtilal komitesi kuruldu ve Kür Şad'ı, çeşitli meziyetlerinden ötürü komitenin başbuğu seçti. Çinliler'i Türk yurdundan kovmak ve Çin'de esir yaşayan Türkleri kurtarmayı amaç edinen bu ihtilal komitesi başarı kazanırsa, Kür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti. Zira ihtilal tamamen milli bir gaye ile yapıldığından, hiç bir Türk'ün gönlüne şüphe düşmemesi lazımdı. Kür Şad'ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce komite üyelerinden birkaçı, Kür Şad'm müstakbel hakan olarak ilan edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine, ihtilal başarıya ulaşırsa, Kür Şad'ın ağabeyinin oğlu, yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı.<br /><br />Bu sıralarda Çin'de 18. imparatorluk hanedanı olan Tanglar'dan 2. imparator Li Şih-min hüküm sürüyordu. Li Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık devletiydi. Kuzey Çin'de boyunduruk altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı.<br /><br />Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi : İmparator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri gelenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk topraklan ile değiştirilecekti. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz, yani Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler ayaklanacaklar , rastladıkları Çinli'yi öldürüp istiklal kazanacaklardı.<br /><br />Çin İmparatoru'nun her gece kılık değiştirerek başkenti Çangan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafından haber alınmıştı. Bir sokak baskınıyla İmparator'un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilalin duyulacağından ve Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp İmparator'u silah kuvvetiyle ele geçirmek kararını verdi. Arkadaşlarının, Çinliler'le kıyas kabul etmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu.<br /><br />Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin imparatorluk sarayını bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türkün keskin nişancılığı ve vuruş mahareti karşısında can verdi. Türk okları ve kılıçlan, yıldırımlar gibi yağıyor ve değdiği yerden sütunlar halinde kan boşanıyordu. Ancak Çin İmparatoru'nun hassa kuvvetleri, yerden mantar bitercesine çoğalıyor , bir ölü muhafızın yerini on kişi alıyordu. Öyle bir an geldi ki, Kür Şad, İmparator'un ele geçirilmesine imkan olmadığını anladı. Sarayı terk etmek emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçmaya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak icap ediyordu. Sarayı basan Türkler , sokaklarda göze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sarayın has ahırını basıp at ele geçirmekti. Öyle yapıldı. İmparatorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arkadaşı, seyisleri öldürdüler .Buldukları atlara atladılar . Bütün muhafız duvarlarını parçalayarak saraydan çıkıp gittiler. Şehir surlarının bir kapısını zorlayıp Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bütün bir Çin ordusu geliyordu. Vey ırmağı kıyısına gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma ha!ini aldı. Irmağa varan Kür Şad ve 39 yoldaşı, suyu geçemeden çinli1er tarafından durduruldular .Birkaç yüz Çin askeri, Türk oklarıyla vurulup düştü. Fakat 40 Türk’te artık değil dövüşecek, yay çekip kılıç savuracak takat kalmamıştı. Göz yaşartıcı, pek haşmetli bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınları karanlığın perdesini yırtmaya başladığı anlarda Kür Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar Her dakika bir Türk, Vey ırmağının san topraklar üzerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak fırsatı bulan ve vücudunda düşman silahı değmemiş yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sallayan kimse göremedi. Arkadaşlarının hepsi ö1müştü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarını, Teoman'ı, Oğuz Han'ı, Bumin ve İstemi Kağanlar'ı hatırına getirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefalı göğüslerine doğru düştü.<br /><br />İhtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmedi. Bütün Türk illerinde, hiç bir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir İstiklal rüzgarı esti. 639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde 40 Türkün hayalden dahi geçirilemeyen baskını,Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar titretti.Türkler, Kür-Şad’ın kardeşleri ve yeğenleri , pek şanlı Göktürk hanedanından yeni başbuğlar buldular.İstiklal ülküsü, yeniden taşarak, bütün Çini basmak, yine Asya’nın efendisi olmak derecesinde coştu.<br /><br />YILMAZ ÖZTUNA:TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-39049641930450029622010-03-27T13:43:00.001+02:002010-03-27T13:47:34.553+02:00Al Rengin Anlam ve Önemi<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63wQ-Bk3YI/AAAAAAAAAK0/NsYvDElxwns/s1600/www_harikasozler_net_-_Al_Bayrak.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 284px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453278898133720450" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63wQ-Bk3YI/AAAAAAAAAK0/NsYvDElxwns/s400/www_harikasozler_net_-_Al_Bayrak.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Al Rengin Anlam ve Önemi<br /><br />Türk mitolojisinde, Türklerin renklerle ilgisi önemli bir yer tutar; mavi (gök mazisi, Türkuaz), beyaz/ak ve al/kızıl renkleri başta gelir. Al renk kırmızıdan farklıdır, kutsal, Tanrısal renktir. Kırmızı renk adı Türkçe'de 12. asırdan önce pek görülmemektedir. Kırmızı, Türkçe'ye sonradan, Sogdca'dan veya Farsça'dan geçmiştir.<br /><br />Oğuz/Türkmen boylarının çok eskiden beri al renkli börkler giydiği bilinmektedir. Börklerin bütününde al ya da bir diğer deyişle kızıl renk görülmekle beraber, başka renklere de tesadüf ediliyor ki, esas olan gelenek, bütün börklerde, tepe kısmının yani Tanrıya yüz tutan kısmın, Tanrısal renk saydıkları al renkten olmasıdır. Bu tarz bugün efelerin, zeybeklerin, seymenlerin v.s. folklorik başlıklarında da muhafaza edilmektedir.<br /><br />Al renk adı kutsallık içerdiği içindir ki, Türkler, "kırmızı bayrak" değil "al bayrak," "kırmızı kan" değil "al kan," demişlerdir. Yermek, aşağılamak anlamında "karalamak" derken, yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, "allamak" sözünü kullanırlar. Bugün dilimizde kullandığımız "allamak pullamak" sözü de aynı maksatla kullanılır.<br />Türkler, al yahut kızıl rengi, Tanrısal renk, kutsal renk kabul ettikleri için, eski Türk inancına göre, Tek Tanrı veya Gök Tanrı'nın gökte olduğunun tasavvuru ile başlarına giydikleri börkün, Tanrıya karşı olan, yani tepe kısmında genellikle kızıl yahut al renk kullanmışlardır. Bir başka söyleyişle, başlıklarında, Tanrısal kutsallık verdikleri Kızıl rengi kullanarak Tanrıya tazimlerini bildirmiş oluyorlardı.<br /><br />Kızıl yahut al renk, güneşin doğmak üzere iken (şafak vakti) ve yine battıktan hemen sonra gökyüzüne yansıttığı kırmızımsı renktir. Türkler eskiden, genellikle, şafak sökerken, ve akşam vakitlerinde, gökteki, "göyün kızıllığı" dedikleri bu görüntü anında dua ederlerdi. Türkler bu şekilde dua ile, sabah vakti onu karşılıyor, akşam vakti de onu yine dua ile uğurluyorlardı.<br /><br />Kırmızı (al/Kızıl), mitolojik Türk kosmik anlayışında da, göğün zirvesini ve ateşi ifade eder. "Al", Türk lehçelerinde "yüksek", "yüce" ve "kudret" anlamlarına da gelir. Altay dağının adı aynı maksatla söylenmiş olup, Al=yüce-yüksek, tay=tağ/dağ demek olup Al-tay=yüce-ulu dağ, yüksek dağ anlamındadır. "Al" terkibindeki ilahi anlamlarla kutsiyet kazandırılmış olan Altay dağı, Şamanlarda, bir ruh ve tanrısal bir kutsiyetle yadedilir. Ayin ve dualarında da kutsal Altay dağına hitap edilir.<br /><br />Halûk Tarcan, eski Türk dili ve mitolojisini incelediği kitabında konu ile ilgili ilginç görüşler ileri sürüyor: "... güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. Değdiği, kendisine verilen, yani al/dığı her şeyi yakar, kendi gibi alev, ateş haline getirir. Rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (Prof. Dr. A. İnan) (Al/ip gökyüzüne, Tanrı'ya götürdüğü için kutsal demektir. Al-Apa, al/an=ilah, alıp Tanrı'ya eriştiren "ilah" demektir ki, alap, sonunda Alp şekline girmiştir.(125) Alp dağlarına bu adı verenler, Kamunlar adını taşıyan, İtalyan Alplerine yerleşmiş olan Ön-Türklerdir."<br /><br />Eski şamani inançlara göre ateş, kötü ruhları kovar, insanın kötü ruhlardan temizler. Abdulkadir İnan'ın nakline göre, VI. Yüzyılda Göktürk Kağanına, elçi olarak gelen Bizans elçileri iki ateş arasından geçirilerek, onlarla beraber gelmesi muhtemel olan kötü ruhların kovulması sağlanıyordu. Bu adet Moğol saraylarında da var. Başkurt ve Kazak Türkleri, yağlı bir paçavrayı ateşleyip hastanın etrafında, "alaslama" dedikleri, "alas, alas" diye dolaştırarak, hastaya musallat olmuş kötü ruhları kovmuş oluyorlardı. Buna<br />Anadolu'da "Alazlama" denilmektedir.<br /><br />Kızıl sözü, renk anlamının yanında, aynı mitolojik anlayıştan kaynaklanarak, bildiğimiz altın anlamında da kullanılır. Azerbaycan ve Türkistan lehçelerinde, altına "kızıl" derler, sözü kullanılır. Çok eski devirlerde para yerine değer olarak kürk kullanırlardı. Türkler kürke "ten/tın/tın" derlerdi. En değerli kürkler de güneş kızıllığının (al) renginde olanlardı. Güneş kızıllığı renginde olan en değerli kürkler için de yine güneşin rengi olan "al" sözü ilaveli "al-tın" al kürk, kızıl kürk diyorlardı ki kıymetin değer birimi idi. Bugün, kıymet değeri olarak kullandığımız madene verilen altın (al-tın) adının anlamını kaynağı, anılan eski Türk anlayış ve kavrayışına dayanır. Türkistan Türklerinde, küçük bir gümüş sikke olup, genellikle sikkeye denilen, asrımızın ilk çeyreğine kadar Türkistan'da<br />para birimi olarak kullanılan "tenge" sözü de aynı (al-kürk) "ten/tın" kökenlidir. Bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti'nin resmi para biriminin adı da, anılan kürk adından türemiş "tenge"dir. Rusça'da para karşılığı olarak kullanılan "dengi" sözü de, Türkçe'den Rusça'ya geçmiş olan "tenge"nin Rusça söylenişidir.<br /><br />Türkler için tarihsel ve mitolojik büyük önem taşıyan al rengin, Türk Bayrağının da temel rengi olması hiç de şaşırtıcı değildir.<br /><br />Osman Günsel Topbaş Yazısıdır </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-46328038919126309582010-03-27T13:36:00.001+02:002010-03-27T13:41:56.198+02:00Avarlar (Avar İmparatorluğu)<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63uyEUnnII/AAAAAAAAAKs/xC1Lcztr28o/s1600/avarbayrak.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 250px; DISPLAY: block; HEIGHT: 190px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453277267736632450" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63uyEUnnII/AAAAAAAAAKs/xC1Lcztr28o/s400/avarbayrak.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Avarlar (Avar İmparatorluğu)<br />Orta Avrupa'da, Frank krallığı ile Bizans imparatorluğu arasında, eski hazar, sabar kalıntıları ve Ogurlar (Bulgarlar) gibi Türk kütlelerinin desteği ile, kudretli bir devlet kurarak, çeşitli Germen ve özellikle kalabalık İslav kabilelerini hakimiyetleri altına almak suretiyle, 250 sene kadar (558-805), Avrupa siyasetine yön veren Avarların kimliği meselesi, tarihçi ve dilcileri hayli uğraştıran başlıca konulardan biri olmuştur. Hâlâ da, uzmanların fikir birliği haline geldikleri bir sonuç ortaya çıkmıştır denemez ise de, Avrupa Avar Hakanlığı kurucularının Türklüğü, araştırmalar ilerledikçe daha da kesinlik kazanmaktadır. Vaktiyle, Moğolistan'daki Juan-Juan devleti (4. yy. başları- 552/555), Göktürler tarafından yıkıldıktan sonra, tahminen 20 bin kişilik bir kütlenin batıya doğru göçtüğüne dair, Bizans tarihçisi Th. Simokattes'deki (7. yy. 2. çeyreği) bir haber, 558'de Bizans'ın doğu sınırlarından elçi göndererek kendilerine yardım ve yerleşecek arazi verilmesini rica eden kütle ile, Orta Asya'dan batıya yöneldikleri, daha sonra da Avrupa içlerine ilerledikleri söylenen bu grup arasında bir bağlantı kurulmasına yol açmış ve Juan-Juanların umumiyetle ve hatalı olarak "Avar" ve çok defa "Asya Avarları" diye anılması, bu bağlantı fikrini kuvvetlendirmiş, diğer taraftan, Juan-Juanlar Moğol kabul edildiklerinden, Avrupa Avarlarının da aynı soya mensup bulunması, tabiî sayılmaya başlanmıştır ki, geçen asır sonlarında Moğolistan'da, Avrupa Avarlarını hatırlatan Var-guni (Bar-guni) adlı bir kabilenin yaşadığının tespit edilmesine ilaveten, Macaristan'da Avar çağına ait mezarlardan çıkarılan insan iskeletlerinin, çoğunlukla Mongoloid bulunduğunun beyanı ve üstelik Avar hakanının adı olan Bayan'ın Moğolca bir kelime olduğu iddiası, bu kanaati perçinlemiş gibidir.<br />Burada durumu kısaca aydınlatabilmek için, şu üç hususun belirtilmesi faydalı olacaktır.<br />a) Bizans tarihçisi Priskos (5. yy. ortaları), daha Orta Asya'da Juan-Juan hakimiyetinin çökmesinden 100 sene önce (461-465 hadiseleri), Batı Sibirya bölgesinde "Avar" kavminden bahsetmiştir. Diğer bir kaynak (Zakharias Rhetor, 550 sıraları) da, yine Moğolistan hadiselerinden önce, batıda bir "Abar" topluluğunu zikretmektedir. Bunlara ilaveten, eski Grek coğrafyacısı Strabon'un (M. 1. yy) eserinde "Abar-noi"lerin bahis konusu edildiği, hatta, çok daha eski tarihlerde Grek efsaneleri ile karışık olarak "Abaris" adının geçtiği bildirilmektedir.<br />b) Bu kayıtlara göre, bahis konusu Avarların (Abar), M. S. 555'te tamamen yıkılan Moğolistan Juan-Juanları ile bir ilgisi olmayacağı açıktır.<br />c) Esasen, dikkate değer ki, Bizans tarihçisi Th. Simokattes (7. yy. 2. çeyreği), Avarlar hakkında "Hakikî Avar" ve "Sahte Avar" diye bir ayırım yapmıştır. Bu kayıt üzerindeki incelemelerde varılan sonuçlara göre, "Sahte Avar" denilen kütle, aslında, Batı Türkistan-Kuzey Kafkasya arası ve Don-İtil (Volga) nehirleri dolaylarındaki Ogur boylarına komşu olarak yaşayan ve Bizans kaynaklarında (Menandros, 6.yy. sonları) "Avar" adı ile anılan Warkhonlardır ki (yani Var ve Hun: Simokattes'te), Göktürkler, Hunlar gibi Y'li Türk lehçesi konuşan bu iki Türk grubu, önce 350 yılını takiben, bağlı oldukları Juan-Juan idaresini terk edip, batıya yönelerek, Türkistan-Afganistan-Kuzey Hindistan'da Ak Hun'nin kuruluşuna katılan, sonra da, Juan-Juanların 458-459 yılında Tabgaç orduları karşısındaki yenilgileri üzerine, yine Moğolistan'daki yabancı hakimiyetinden koparak, Hazar-Aral kuzeyi sahasına gelen War (Var) ve Hun adlı Türk kabileler birliği idiler ve yaptıkları işe uygun olarak, batıda topluca Apar (Abar, Avar) diye anılmışlardır.<br />Demek ki, Avrupa Avar hakanlığının kurucularını ve hakim zümresini, Asya içlerinden gelen ve güney Rusya düzlüklerinde karşılaştıkları Ogur boyları ile birlikte, aralarında, Göktürklerin siyasî genişlemesi dolayısıyla baskı altında kalarak batıya çekilen bazı Moğol ve Alan gibi İranlı yabancı unsurların da bulunduğu kalabalık Türk kütleleri teşkil ediyordu.<br />Esasen Avar hakanlığında mevcudiyeti anlaşılan bazı Türk idarî makamlar, yine Türkçe deyimlerle anıldığı gibi (Tudun, Yugruş, Tarhan, Boyar, Ban vs. unvanları), adları tarihe geçmiş Avar devlet adamları, şüphesiz Türk menşeli idiler; ünlü hakan Bayan'ın adı da Türkçe bir kelimedir.<br />Avar çağı mezarlarındaki iskeletlerde, Mongoloid tipin fazlasıyla baskın olduğu beyanı da inandırıcı olmaktan uzak görünmektedir. Zira, Avar imparatorluğu nüfuz sahasına giren bölgelerde (Macaristan, Arnavutluk, Hırvatistan, Çekoslovakya, Avusturya, güney Almanya), 1970'lere kadar yapılan, Avar çağı ile ilgili arkeolojik kazılarda çıkarılan insan iskeletlerinde Germen, İslav, İranlı, Fin-Ugor gibi türlü tipler arasında Türk tipinin de (braki-sefal) dikkati çekecek ölçüde olduğu, hatta bazı buluntu yerlerinde, aslî Türk soyunu temsil eden "Andronovo tipi"ne bile % 10-15 gibi, oldukça yüksek bir nispette rastlandığı tespit edilmiştir.<br />558 yılında Sabar hakimiyetini yıkıp Kafkaslar'a doğru ilerleyerek, İranlı Alanlar ve Ogur boylarını tabiiyete aldıktan sonra, Bizans'a elçi gönderen Avarlar, yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. O sıralarda bir yandan Balkanlar'da, Dalmaçya'da geniş çapta fetihler ile, bir yandan da Trakya'yı ansızın istilaya girişen Ogurlara karşı mücadelelerle meşgul olan imparator Justinianos, vergiyi reddetmemekle beraber, ülkesine bir Avar akınını durdurmak maksadıyla, aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere kalabalık Slav kütlelerinden bir set kurmağa çalıştı.<br />Fakat, 562'de bu engeli kolayca parçalayan Avarlar, Aşağı Tuna'yı işgal ederek, Bizans ile sınırdaş oldular ve Avrupa içlerine kadar akınlara başladılar. İmparator Justinianos'un (565-578) vergiyi ödemede tereddüt göstermesi dolayısıyla de, 565'lerden itibaren, Hakan Bayan'ın idaresinde Bizans'ı baskı altına alarak, orta Karpatlar'a girdiler; Tuna'nın batısındaki Germen kavimlerinden Longobardlarla anlaşarak, Doğu Macaristan'daki Gepidleri hakimiyetlerine aldılar ve 568'de Longobardların Kuzey İtalya'ya göçmeleri üzerine de, bugünkü Macaristan'ı tamamıyla işgal ettiler.<br />Böylece Avarlar, Orta Avrupa'da büyük bir devlet kurmuş oluyorlardı. Bundan sonra, batıda Frank kıralı Siegebert'i mağlup ederlerken, 582'lerde, güneyde Singidunum (Belgrad) ve Sirmium (Eszek) gibi, mühim Bizans sınır şehir-kalelerini ele geçirmişlerdi. Yukarıdaki fetihleri yapan büyük teşkilatçı Bayan Hakan'ın, 592 yılında İstanbul'a yürümek maksadı ile Çorlu'ya kadar gelerek Bizans başkentinde korku uyandırdığı tarihte, Don nehrinden Galia'ya, Kuzey İslav bölgelerinden İtalya'ya kadar her taraf, Avar askerî faaliyet sahası haline gelmişti.<br />Asıl çekirdeğini Türk unsur teşkil etmekle birlikte, çeşitli İslav ve Germen kabilelerinden toplanan kalabalık yardımcı kıtaların desteklediği ordusu ile, bilhassa başlıca pazar şehirlerini ve ticaret yollarını daima elde ve emniyet içinde tutmağa gayret ettiği anlaşılan Avar hakanlığının, Avrupa'da 200 yıl kadar süren hakimiyeti devrinde, mühim askerî teşebbüsleri, İstanbul kuşatmalarıdır. Sasanîlerle anlaşarak yapılan ve İmparator Herakleios'a (610-641) başkenti terk edip Kartaca'ya gitmeyi düşündürecek kadar baskılı olan ilk muhasaradan (617 veya 619) sonra, ikinci harekât, yine Sasanî İmparatorluğu ile ortaklaşa gerçekleştirilmişti (626).<br />İran-Bizans savaşlarının şiddet kazandığı ve Şehinşah Husrev II'nin (590-628), bütün el-Cezire, Filistin ve Suriye'yi ele geçirdiği bu yıllarda, Doğu Karadeniz sahillerinde bulunan imparator Herakleios, Hazar Türklerinden askeri yardım sağlamak üzere Tiflis'e giderken, Şahvaraz kumandasındaki İran ordusu, bütün Anadolu'yu geçerek Boğaziçi'ne ulaştığı zaman, Bulgar kuvvetleri ile takviyeli Avar ordusu da Balkanlar'ı ve Trakya'yı aşarak İstanbul surları önüne gelmiş bulunuyordu. Gerçek kuşatma, Avar ordusu tarafından yapılmakta idi (626, Temmuz-Ağustos).<br />Patrik Sergios ile Patricius Bonos tarafından müdafaa edilen başkentte büyük heyecan uyandıran bu harekât, tarihî hatıralar bırakmıştır. Bizans'ta kurtuluşu anmak üzere "bayram" ilan edilen gün ("Büyük Perhiz'in beşinci haftasındaki Cumartesi günü), kiliselerde ayinler şeklinde yüzyıllarca devam etmiş ve "Akathistos" ilahisinin, bu Avar kuşatması ile ilgili olduğu anlaşılmıştır. Kuşatma, donanmasızlık yüzünden başarıya ulaşmamış ve Avar ordusunun sonuç alamadan, müşkül şartlar altında çekilmek zorunda kalması, hakanlığın, nüfuz ve itibarını kaybederek zayıflamasına yol açmıştır.<br />Yardımcı kuvvetler dağılmış ve bilhassa hakanın 630'da ölümünden sonra, tâbi kütleler, Bizans'ın da teşvik ve desteği ile baş kaldırmış, uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar, Bulgarlara geçmek üzere elden çıkmış, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedilmiştir. Bu suretle, bir hasım devletler çemberi içine alınan ve iktisadî imkânlarını kaybeden Avar hakanlığı, 8. asır boyunca gittikçe kuvvetten düştü ve 791'den itibaren 15 yıl aralıksız devam eden ve amansız bir din muharebesi yapan Frank İmparatorluğunun (Karolus Magnus=Şarlman zamanı: 768-814) hücumları (Orta Macaristan'daki Avar başkent müstahkem mevkii, 796'da Pepin tarafından zaptedilmişti) sonunda, tamamen ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlar'a dağıldı, kısa zamanda Hıristiyanlaşarak, yerli kalabalık içinde eridi.<br />Bununla beraber, Avar tesiri, Avrupa'da devamlı olmuş görünmektedir. Hırvatların en büyük askerî-idarî unvanlarından olan "Ban" (Göktürkçe Baga, Avar dilinde Bagan; Ayrıca Bulgarlarda, Macarlarda mevcut) Boyar ve Yugruş gibi, Yunanistan'da Navarino (=Pylos, aslı Avarino) ve Arnavutluk'ta Antivari (=Bar, eskiden Civitas Avarorum) şehirlerinin adları da onların hatıralarından izlerdir. Ayrıca, Macaristan'da ortaya çıkarılan Avar çağı arkeolojik eserleri (dökme aletler ve üzerlerinde hayvan mücadele tasvirleri ve grifonlar bulunan at koşum takımları), Orta Asya'da gelişen Türk sanatının (hayvan üslubu), Avrupa'daki örnekleri kabul edilmekte ve bu üslubun izleri, Merovingler devrinde Fransa'da da görülmektedir.<br />Arnavutluk'taki Prostovats altın hazinesi, Avar'lara ait olduğu gibi; arkeolojik araştırmalar, Avar Türk sanatının, Germen ve İslav sanatları üzerindeki tesirini ortaya koymuştur.Orta Macaristan'ın Nagy Szent Miklos mevkiinde 1799'da ele geçmiş olup, hangi Türk kavmine ait bulunduğu hala münakaşa edilen, üzerleri Türkçe yazı kitabeli 23 parça altın kaptan müteşekkil ünlü hazinenin, Avar çağından kaldığı da ileri sürülmüştür.<br />Sonuç olarak; Avarlar’ın Avrupa’daki iki yüzyıldan fazla süren hakimiyeti, Avrupa tarihi bakımından bir kaç cihetle mühimdir; evvelâ, ilk defa olmak üzere Slav kavimleri, Türk hâkimiyetinde uzun bir zaman yaşamışlar, Türk devlet ve askerî teşkilatının tesiriyle bunlar, “kabile” hayatı basamağından devlet teşkilatı basamağına çıkmak imkânını bulmuşlardır. Saniyen [ikinci olarak], Türklerle, muhtelif German (Frank) zümreleri arasında karışma artmıştır; bu münasebet, ekseriyetle karşılıklı mücadeleden ibaret olmakla beraber, her iki kavim, komşu olmak sıfatıyla herhangi bir şekilde “modus vivendi” [hayat tarzı, çelişen menfaatler arasında bulunan ortak nokta] bulmak mecburiyetinde idiler.<br />Avar hakanlığının, özellikle Slav kavimleri üzerinde büyük tesiri olduğu anlaşılıyor. Balkanlar’da ilk Slav unsurlarının esaslı bir şekilde yerleşmelerinin, Avarlar tarafından alınan tedbirlerin bir neticesi olduğu malûmdur. Bu Türk kavminin, güney ve doğu Slavlarını uzun bir zaman hâkimiyetleri altında bulundurduklarını ve bir çok Slav kabilelerinin, Avarlar tarafından müthiş hezimete uğratıldıklarını gösteren emareler mevcuttur.<br />4. yüzyıla kadar Germen Gotların, daha sonra Hun İmparatorluğuna bağlı olarak Türklerin hakimiyetine giren Slav toplulukların tarihi, o zamandan itibaren, aşağı yukarı "Türk tarihinin bir parçası" durumuna girmiştir. Kalabalık İslav kütlelerinin, çeşitli Doğu Avrupa bölgelerine ve Balkanlar'a dağılması hadisesi, daha çok Avarlar devrinde vukua gelmiş ve bu büyük ölçüdeki göçler, Avar Hakanlığınca ihtiyaç duyulan toprak mahsullerini elde etmek için, onlara tarım işleri, aynı zamanda, sınır bekçiliği yaptırmak maksadı ile, Avar idaresi tarafından hazırlanmış ve tatbik edilmiştir.<br />Bu suretle türlü İslav kabileleri, bugünkü Çekoslovakya'ya [Çek Cumhuriyeti, Slovakya], Elbe nehri boyuna, Dalmaçya kıyılarına, Balkanlar'a sevk edilmişlerdir. 750 sıralarında, Atina çevresinde "Avar" denilen Slavlardan bahsedilmekte, aynı devirlerde Hırvatları Adriyatik sahiline götüren başbuğların şu adları sıralanmaktadır: Kilik, Lobel (Alp-el?), Kösenci (Koşuncu), Buga, Tugay. Pannonia (Batı Macaristan) ve Morva İslavlarının başında, İslavlaşmış Avar beylerinin bulunduğu ileri sürülmekte, diğer taraftan Germen kabilelerinin Çek memleketindeki yurtlarından ayrılmalarının, savaş kabiliyetleri pek zayıf olan İslavlar yüzünden değil, Avar başbuğlarının baskısı sonucu vukua geldiği ve bu hadisenin, Doğu Almanya'da meydana çıkan Avar sanatı ile ilgili eserlerde de doğrulandığı bildirilmektedir.<br />Böylece, 584'de, piskopos Suriyeli Johannes'in ifadesi ile "Eskiden ormanlardan dışarı çıkmağa cesaret edemezken, Avarlar sayesinde savaşa alışan ve altın, gümüş, at sürüsü sahibi olan Slavların, sistemli göçürülmeleri yolu ile, günümüz Orta ve Doğu Avrupa etnik haritasının, Avar hakanlığı tarafından çizildiği anlaşılmaktadır.Bugün Kafkaslar'da yaşayan Avar zümresinin de, onların torunları olduğu kabul edilir. </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-1582845694281879042010-03-27T13:26:00.000+02:002010-03-27T13:33:32.885+02:00İnançoğulları Beyliği<span style="font-family:arial;color:#000000;">İnançoğulları Beyliği<br /><br />İnançoğulları, Germiyanoğulları hânedânındandır. Fakat İnanç Bey'le babasının hangi Germiyan beyinin oğlu veya kardeşi olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Bunlar o zaman "Lâdik" denen Denizli başkent olmak üzere Denizli bölgesinde hüküm sürmüşlerdir. Topraklan 8.000 km2'yi geçmemiştir. 1276'dan 1368'e kadar 92 yıl devam etmişlerdir.<br />Önce Selçuklu valisi, sonra 1335'e kadar İlhanlılar'a tabî olan Germiyanoğulları'na tabî olmuşlardır. "Denizli Beyleri" de denen İnançoğulları'nın ilki Ali Bey, Türkiye Hâkanlığı'nın Denizli valisi idi. Oğlu İnanç Bey ve diğer oğlu Toğan Paşa, onu makamında istihlâf etmişlerdir. Toğan Paşa'dan sonra oğlu Arslan Bey ve bunun oğlu İshak Bey, tahta çıkmışlardır.<br />Moğol istilâsı önünden Anadolu'ya kaçan ve yerleşen Türkmenler arasında en kuvvetlilerini Denizli (Lâdik), Honas ve Dalaman bölgesinde bulunanlar teşkil etmekteydi. Başlarında uc gazisi sıfatlarını taşıyan Mehmed Bey, kardeşi İlyas, damadı Ali Bey gibi beyler vardı. Mehmed 1261'de Sultan II. İzzeddîn Keykâvus'a karşı ayaklanmış ve ertesi yıl İlhanlı Sultanı Hûlâgû'ya (1256-1265) bağlı olarak Denizli beyliğini kurmuşlardı (1262). Daha sonra Mehmed Bey İlhanlılar tarafından mağlûp edilerek yakalandı ve öldürüldü. Ona ihanet eden Ali Bey Türkmenlerin başına geçti ve bir süre Selçuklulara tâbi olarak kaldı. Daha sonra Selçuklu Devleti'ne sadakatsizlik gösterdi ve bu da beyliği kaybetmesine sebep oldu.<br />Bundan sonra, Denizli bölgesinin bir süre için Sahip-Ataoğullarının eline geçtiği anlaşılıyor. Bu bakımdan İnanç Bey'in hangi tarihte beyliğin başına geçtiği kesinlikle bilinemiyor. 1314 yılında İlhanlı Beylerbeyi Emîr Çoban Anadolu'ya geldiği zaman ona itaat edenler arasında İnanç Bey de bulunuyordu. Beyliğin sonuncu emîri İshak ise ilmi ve bilginleri koruyan bir şahıstı. Lâdik (Denizli) beyliği, Denizli şehrinin Germiyanoğullarının eline geçmesi ile son bulmuştur (1368).</span><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-66402178669377132702010-03-27T13:23:00.001+02:002010-03-27T13:25:48.255+02:00Osmanlı İmparatorluğunun Yerine Kurulan Ülkeler<a href="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63rMnDPGOI/AAAAAAAAAKk/IH4-zVXKFh8/s1600/osmanldevletigk1.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 328px; DISPLAY: block; HEIGHT: 311px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453273325689051362" border="0" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63rMnDPGOI/AAAAAAAAAKk/IH4-zVXKFh8/s400/osmanldevletigk1.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;"><span style="color:#000000;">OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YERİNE KURULAN ÜLKELER<br />Avrupa<br />1.Türkiye<br />2.Bulgaristan (545 yıl)<br />3.Yunanistan (400 yıl)<br />4.Sırbistan (539 yıl)<br />5.Karadağ (539 yıl)<br />6.Bosna-Hersek (539 yıl)<br />7.Hırvatistan (539 yıl)<br />8.Makedonya (539 yıl)<br />9.Slovenya (250 yıl)<br />10.Romanya (490 yıl)<br />11.Slovakya (20 yıl) Osmanlı ad:Uyvar<br />12.Macaristan (160 yıl)<br />13. Moldova (490 yıl)<br />14.Ukrayna (308 yıl)<br />15.Azerbaycan (25 yıl)<br />16.Gürcistan (400 yıl)<br />17.Ermenistan (20 yıl)<br />18.Güney Kıbrıs (293 yıl)<br />19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl)<br />20.Rusya’nın güney toprakları (291 yıl)<br />21.Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan<br />22.İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)<br />23.Arnavutluk (435 yıl)<br />24. Belarus (25 yıl) -himaye-<br />25.Litvanya (25 yıl) -himaye-<br />26.Letonya (25 yıl) -himaye-<br />27.Kosova (539 yıl)<br />28.Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat<br /><br />Asya<br />29.Irak (402 yıl)<br />30.Suriye (402 yıl)<br />31.İsrail (402 yıl)<br />32.Filistin (402 yıl)<br />33.Urdun (402 yıl)<br />34.Suudi Arabistan (399 yıl)<br />35. Yemen (401 yıl)<br />36.Umman (400 yıl)<br />37.Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl)<br />38.Katar (400 yıl)<br />39.Bahreyn (400 yıl)<br />40.Kuveyt (381 yıl)<br />41.İranın batı toprakları (30 yıl)<br />42.Lübnan (402 yıl)<br /><br />Afrika<br />43.Mısır (397 yıl)<br />44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp<br />45.Tunus (308 yıl)<br />46.Cezayir (313 yıl)<br />47. Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nubye<br />48.Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş<br />49.Cibuti (350 yıl)<br />50.Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla<br />51. Kenya sahilleri (350 yıl)<br />52.Tanzanya sahilleri (250 yıl)<br />53.Cad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade<br />54.Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar<br />55.Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl)<br />56.Fas (50 yıl) -himaye-<br />57.Batı Sahra (50 yıl) -himaye-<br />58.Moritanya (50 yıl) -himaye-<br />59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası<br />60. Senegal (300 yıl)<br />61.Gambiya (300 yıl)<br />62.Gine Bissau (300 yıl)<br />63.Gine (300 yıl)<br />64.Etiyopya' nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş</span> </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-34163531557955814282010-03-27T13:12:00.003+02:002010-03-27T13:21:52.502+02:00Bilge Kağan Dönemi<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63qPvTF8zI/AAAAAAAAAKc/vRGZjkKnt4E/s1600/KUTLU_~1.JPG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 330px; DISPLAY: block; HEIGHT: 288px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453272279931024178" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63qPvTF8zI/AAAAAAAAAKc/vRGZjkKnt4E/s200/KUTLU_~1.JPG" /></a><br /><div><a href="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63pRObdYRI/AAAAAAAAAKU/82d09Gh1w8A/s1600/800px-Osman_Bey.jpg"></a><br /><br /><div><a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63oqmUmgeI/AAAAAAAAAKM/Va--DZytpKI/s1600/images.jpg"></a><br /><br /><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">BİLGE KAĞAN DÖNEMİ<br /><br /><br />Kağan olmadan önce Bilgenin faaliyetleri<br /><br /><br />Kutluk Kağan’ın İlbilge hatunun ikinci oğlu asıl adı Mogilhan veya Mergen olması muhtemel olan Bilge biçin (maymun)yılında,683 tarihinde doğmuştur.1Babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Kapgan kağan ancak Kutluğun oğulları namına kağanlık yapmakta olduğundan tahtın asıl varisleri sayılan Bilge ve biraderi Kültigin’in erkenden yüksek makamlara çıkması gerekmiştir. Amcası kağan olduğu sırada Bilge, prens yani tegin unvanını taşıyordu. Bilge on dört yaşındayken (697) batı ilinin yani Tarduşlar’ın Şad’ı tayin edilmişti.2Tarduşlar 647 yılından sonra iyice zayıflamışlardı. Herhalde Altay dağlarının güney eteklerinin batısında İrtiş ırmağı dolaylarında yaşıyorlardı.3Bu göreve tayininden sonra Kapgan’ın 716 da ölümüne kadar birçok sefer yapmıştır. İnel ile batı ordularını idare ediyordu. 699 da Türgiş liderliğindeki bütün Onok halkı yenden devlete bağlandı. Hükümdar ve yabgu öldürüldü.<br /><br />Bilgenin iştirak ettiği seferler<br /><br /><br />700 yılında Tangutlar üzerine sefer yapmıştır. Onları mağlubiyete uğratmıştır. Tangut hükümdarlarının bütün malı mülküyle beraber oğlu ve karısını da ele geçirdi.4701 yılında Kapgan kağan Ordos bölgesine büyük bir akına kalkıştı. Bu akına Kültegin ile birlikte Bilgede katılmıştır. Altı-Çup Soğdak’a ordu sevk edilmiş ve Çinlilerin Ong-tutuk kumandasındaki beş tümen askeri burada perişan edilmiştir. Bu savaş Ötüken’in kutu zirvelerinden birinde olmuştur. Kültegin tarafından mağlup edilen (elli bin kişilik ordusuyla)komutanın adı Wei Yüan-chung şeklinde geçmektedir.5 703 yılında Bilge kutlu Türk soyundan geldiğine inanılan Basmılar’ın Dukkut unvanlı idarecisinin üstüne yürüdü. Sebebi ise kendisine vergi vermemeleriydi. Sonuç olarak vergisini almaya devam etti.705 de daha güçlü bir düşmanla Çinli Sha-to chung-i ile savaştılar. Askerlerini öldürdüler.6709 yılında daha önce Tonyukuk tarafından isyanları bastırılıp devlete bağlanan Kırgızlar ve Çik’ler üzerine yürüdü. Bu sırada Göktürk ordusunu Bilge’nin kumanda ettiği anlaşılıyor. Bilge Yenisey ırmağını geçerek Örgen adlı yerde onlarla savaştı.710 yılında Kırgızlara karşı iki defa sefer düzenledi. Uykuda baskına uğradılar Bilge Şad bu seferde orduyu komuta etmişti. Sonuç olarak Songa dağında yapılan savaşta Kırgız Kağanı öldürüldü ve bölge tamamen ele geçirildi. Aynı yıl içersinde Bilge, Altay dağlarını aştı ve Yenisey ırmağını geçerek Türgişler üzerine yürüdü. Bolcu’daki savaşta onları yendi. Kağanları ve Şad’ları öldürüldü. Türgiş ili tamamen ele geçirildi. Trügiş’lerin hücümuna maruz kalan Beşbalık (urumeti civarı)’nın kurtarılması için Bilge 713 yılında sefer yaptı. Tam altı kez savaştıktan sonra şehri kurtardı.714’te Karluklarla Göktürkler’in arası açıldı. Karluklar isyan etti. Bilge onların üzerine gitti. Tamg İduk Baş’ ta mağlup etti. Karluklar toparlanarak geriye geldiğinde Basmiller’de hareket3e geçmişlerdi. Dokuzoğuzlar bile düşman olmuşlardı.715 yılın da Amg kalesi kuşatıldığı sırada kıtlık oldu. Bu yılın ilkbahar aylarında Oğuzlara karşı sefere çıkıldı. Sefer sırasında birinci ordu yola çıkmışken ikinci ordu daha merkezdeydi. Bu sırada Üç Oğuz ordusu baskın yaptı. Ouğzların bir grubu Bilge ve Kültegin’in evini yağmalamaya kalktı. Kültegin cansiperane bir savunma ile onları püskürttü. Bundan sonra Oğuzlar Dokuz Tatarlarla gelmesine rağmen Ağu’da yapılan savaş sonucunda Bilge’ye mağlup oldular ve devletleri zapt edildi.716 da Oğuzlar, Çin’e sığındı. Don yıllardaki bu isyanların sebebiyle İkinci Göktürk Devleti’nin de merkezi otoritesi hiç yoktu.<br />Bütün isyanların bastırılmasında Bilge ve Kültegin kardeşler etkin rol oynadı.<br />Kültegin’in Faaliyetleri<br /><br /><br />Çin kaynaklarına göre asıl adı Kiue-te-le şeklinde yazılan Kültegin gerek Çin kaynaklarında gerekse namına dikilen “Bengütaş” kitabesinde görüldüğü önemli bir mümtaz asker simasıydı.7 684 (tavuk yılı) de doğan Kültegin Kutluk Han’ın ve İlbilge Hatunun oğludur. Kültegin’in bilinen ilk başarısı 700 yılındaki Kansu seferi sırasıda Çin’li kumandan Wei Yüan-Chung ‘un yeğenini yakalayıp kağana sunmasıdır. Bilge bu olayı yazıtında 701 ile tarihlendirir.710 yılından önce Yir Bakırurların Uluğ Erkin’i ile yapılan savaşta Kültegin büyük fayda göstermiştir. Mağlup olan Uluğ Erkin’i az sayıda askeriyle kaçmıştır. Bilge’nin 710 yılındaki Kırgız seferinden sonra Türgişlerle yapılan hücumlarda Kültegin bizzat yer almıştır. Hatta Az’ların valisini eliyle yakalamıştır. Koşu Totak’la savaşan ve onun birçok askerini öldüren Kültegin, 711 yılındaki Karluk isyanlarının bastırılmasında önemli rol oynamıştır. Karlukalar’la Tamag İduk Baş’ ta savaşnıştır.(714) Onları yenince Az’lar üzerine yürümüştür. Karagöl’de Az’larla savaşmış onların reisi İlteber’i canlı yakalamıştır. Boy isyanların sebebiyle İkinci Göktür Devleti’nin iyice karıştığı sırada Dokuzoğuzlar baş kaldırdı Ouğzlarla bir yılda beş kaz savaşıldı. Göktürk Devleti yöneticileri ve orduları zor durumda kaldı. Oğuzların karargâhı basması sırasında Kültegin cansiperane bir şekilde düşmanı geri püskürttü. Bu sayede karargâh kurtarıldı.<br /><br />BİLGE’NİN KAĞAN OLMASI<br /><br /><br />Kapgan kağan’ın aşırı sert tutumu Çin ‘in tahrikleride eklenince İkinci Göktürk ülkesinde birbiri ardına boy isyanları baş gösterdi. Özellikle 711 yılından sonra Türgiş, Karluk, Dokuzoğuzlar ve Oğuz isyanları devleti yok olma noktasına getirmişti Bir isyan bastırılaırken bir başkası baş gösteriyordu. Nihayet bu isyanların birinde Kapgan Kağan Bayır kulan’ı ağır bir yanilgiye uğrattı. Fakat geri dönerken tedbirsiz davrandı. Yanına az asker almıştı. Yenilgiden arta kalan Bayırkulan’ların saldırısı sonucunda Söğüt ormanında hayatını kaybetti. Bayırkulan’ın yanında bulunan Çinli casus Ho Ling –chünan,<br />Kapgan’ın kesik başını Çin ‘e götürdü. Kapgan Kağan ölünce İkinci Göktürk tahtına İnel oturdu. 699 yılından beri küçük Kağanlık görevinde bulunuyordu. Uzun süren isyanlar devleti derinden etkileyince devletin temelleri sarsılmıştı. İnel Kağan bu görevdeyken bir başarısına rastlanmamıştır. Sadece 714 yılında Tangra Tegin ve Hu-O-Pa İlteber ile süvarilerle Beşbalık’ın küzeyine saldırmışlar. Tangra Tegin öldürülmüş İlteber söz konusu Beşbalık üzerine geri dönmeye korkup Çin’e sığınmış. İnel ise döndükten sonra cezalanıp cezalandırılmadığı tam olarak belli değildir. Hâlbuki İnel 699 da çok iyi bir görevdeydi. O zaman Kağan’ın kardeş Tu – Hsi- Fu-Yu sol kanat Şad’ı ağabeyi Kutluğun oğlu Bilge’yi sağ kanat Şad’ı tayin etmiş. Her iksisininde üzerine kendi oğlu İnel’i küçük kağan olarak görevlendirdi. On –Ok’ların idarecisi olan İnel ayrıca To-Hsi anlamalı bir ünvanda taşıyordu.İnel ,devlet isyanalra uğrarken başarılı olamadı.<br />Kültegin boyunu toparladı. Kapgan’ın oğlu küçük kağan’ı ve ona bağlı olanları saf dışı bırakıp tahtı ele geçirdi. Bu olayda Kültegün’in cesareti ve atılganlığını, durumunun Bilge lehine çevrilmesinde en büyük amil teşkil ettiği<br />Orhun Yazıtlarında açıklanmaktadır. Kültegin ve arkadaşları meşru kağana tahtı temin edebilmek için Kapgan’ın oğullarını, akrabalarını ve taraftarlarından birçoğunu öldürmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bilge’nin tahta ancak hanedan azası arsında kanlı bir mücadeleden sonra mümkün olabilmişti. Onu ve yakınındakileri öldürünce Kapgan Kağan’la ilgisi olanları kâmilen imha etmişti. Bu katilden ancak Bilge’nin kayınpederi Tonyukuk kurtulabildi.8 Bilge tahta çıkınca Kültegin sol bilge prensi oldu ve askeri işlerin idaresiyle ilgilendi.<br />Tonyukuk o zamanlar 70 yaşını geçmişti halk tarafından saygı görüyordu. İkinci Güktürk Devleti’nin büyümesinde büyük rol oynadı. Ayrıca Kapgan zamanında baş gösteren isyanlarda da önemli vazifeleri olmuştur. Sonuç olarak sırf Bilge’nin kayınpederi olduğu için değil İkinci Göktürk Devleti için çok faydalı bir şahsiyet olması sebebiyle öldürülmemiştir.9 Boy isyanlarının devam etmesi İkinci Göktürk Devleti’nde taht değişikliği olmasına rağmen boyların devam eden isyanları bitmek bilmedi. Ülkenin batısında önemli bir alanı kaplayan ayrıca kalabalık olan<br />Türgişler 717 de Su-Lo önderliğinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bilge’ye tabi Uruğ’lardan bazılarıda onlara katıldılar ancak Tonyukuk’un müdahalesi sayesinde BilgeKağan duruma hâkim olabildi.10On Türgiş başkenti Kuz-Uluş Balasagun’la taşıdı ve uzun bir süre Maveraünnehir’den doğuya ilerlemeye çalışan Arap kuvvetlerini engellediler<br />Bilge Kağan tahta çıktığı zaman Göktürk ilindeki düzen epey bozuktu.11Bilge, Kağan olunca devleti tekrar güçlü duruma getirmiş ve töreleri yeniden uygulamaya başlamıştır. Devlete hâkim olduğu andan itibaren mücadeleye devam eden Bilge Selenga Irmağı boyunca ilerlemiş. Karagan Geçidinde Uygurları ağır bir bozguna uğratmıştır. Uygur İlteber’i doğuya kaçtı. Uygurlara ait at sürüleri Göktürkler’in eline geçti. Bilge bu şekilde halkı doyurdu.<br />717’de uzun süre önce Göktürkler’e isyan bayrağını açmış olan Oğuzlar’dan bir grup Çin’e gitti. Bilge buna çok üzüldü. Geride kalan mallarını yağmalayıp kadın ve çocuklarını aldı. Çin kaynakları da Bilge’nin tahta geçmesinden sonra türgişler’in bağımsızlıklarını ilan ettiğini Kitan ve Hsiler’in gidip Tang hanedanlığına bağlandıklarını Göktürk boylarının çoğunun devlete olan güvenlerini kaybedip ayrıldıklarını yazmaktadır. Boyların çoğu on yıldan beri İkinci Göktürk Devleti’yle savaş halindeydiler. Devlet bu durumdayken Bilge çareyi Tonyukuk’ iş başına getirmekte buldu. Tonyukuk’un engin devlet tecrübesi vardı. Tonyukuk bundan sonra planlayıcı olacaktı. Totabi halkının kendisiyle ilişkisini kesmesi ve Çin’e sığınması üzerine sefer düzenleyen Bilge onları yenilgiye uğrattı. Bundan sonra toparlanıp giden Totabi’ler Kadırkan dağlarına yerleştiler.<br /><br />BİLGE’NİN ÜLKEYE HÂKİM OLMASI<br /><br /><br />Daha önce Tang hanedanlığına bağlanmış olan A-Hsi-Lan ve Ch’a –Ch’e Ssu Ta-i ve diğerleri isyan edip Göktürk ülkesine geri döndüler. Çin’e teslim olan aileler güneye Chanyü asker valiliğine getiriliyorlardı. Yine Çin’e gitmek zorunda kalan halk orada Çinlileşmeyi reddederek ayaklandı ve birkaç mücadeleden sonra Göktürk ülkesine geri döndüler. 718 yılında Karluklar da yenilgiye uğratılıp halkları devlete bağlanmış idarecileri öldürülmüştür.12 Bundan sonra Karluklar üzerine yine sefer düzenleyen Bilge, kaleye sığınan muhafızın korkup kaçmasıyla Karluk halkını teslim almıştı. Halk onu sevinçle karşıladı. Böylece Karluk problemi çözülmüş ve Oğuzların bir kısmı Çin’ sığınmıştı.<br />Bilge Kağan kesin tarihini bilmediğimiz bir sefer düzenlemiştir. Bu seferi doğuya doğru Kök Öng ırmağı boyuna yapmıştır. Kök Öng ırmağını yatağı zor şartlarla geçilmiş Keçen’e kadar ilerlemiş. Yazıtlardaki silinmeler dolayısıyla seferin tam mahiyeti anlaşılamamaktadır.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />BİBLİOGRAFYA<br /><br /><br />TAŞAĞIL, AHMET, GÖKTÜRKLER–3,ANKARA,2004.<br /><br />BAYRAK, M.ORHAN, TÜRK İMPARATORLUKLARI TARİHİ, İSTANBUL,2002.<br /><br />TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI, İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİ VE KÜLTÜRÜ, İSTANBUL,2003.<br /><br />HOLAÇOĞLU, YUSUF, GENEL TÜRK TARİHİ, ANKARA, 2002.<br /><br />ROSONY, LASZLO, TARİHTE TÜRKLÜK, ANKARA, 1988.<br /><br />YENİ TÜRKİYE YAYINLARI, TÜRKLER, ANKARA, 2002.<br /><br />GÜRÜN, KAMURAN, TÜRKLER VE TÜRK DEVLETLERİ, ANKARA.<br /><br />GÖMEÇ, SAADETTİN, KÖK-TÜRK TARİHİ, ANKARA, 1997.<br /><br />KAFESOĞLU, İBRAHİM, TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ, İSTANBUL, 2007.<br /><br /><br />DİPNOTLAR:<br /><br />1 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69.<br /><br />2 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69–70.<br /><br />3 Ahmet TAŞAĞIL, GÖKTÜRKLER, TTK,ANKARA2004,s.37.<br /><br />4 Türkler Yeni Türkiye Yayınları,Ankara2002,s.69.<br /><br />5 Saadettin Gömeç, KÖK-TÜRK TARİHİ,ANKARA1997,s.61.<br /><br />6 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.69.<br /><br />7 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.72–73.<br /><br />8 Türkler Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002,s.69–70<br /><br />9 Ahmet TAŞAĞIL, GÖKTÜRKLER–3,TTK, ANKARA 2004,s.40.<br /><br />10 Saadettin GÖMEÇ, KÖK-TÜRK TARİHİ, Türksoy Yayınları, ANKARA 1997,s.53–55.<br /><br />11 Saadettin GÖMEÇ, KÖK-TÜRK TARİHİ, Türksoy Yayınları, ANKARA 1997,s.55–56.<br /><br />12 Yusuf HOLAÇOĞLU, GENEL TÜRK TARİHİ, Yeni Türkiye Yayınları, ANKARA 2002,s.686.<br /><br /><br />Sınıf arkadaşım Yeliz Ak'a hazırlamış olduğu bu ödevi paylaşmam için bana vermesinden ötürü teşekkürlerimi sunuyorum. (Yusuf İslam yılmaz)<br /></span></div></div></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-13971030710220476482010-03-27T13:10:00.001+02:002010-03-27T13:11:33.919+02:00Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine 1<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63n3tspHgI/AAAAAAAAAKE/PCp0EEUTwC0/s1600/r1ia3.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 270px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453269668161199618" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63n3tspHgI/AAAAAAAAAKE/PCp0EEUTwC0/s400/r1ia3.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine<br />Dr. Ahmet KAYACIK (1.bölüm)<br /><br />Giriş:<br /><br />Bu yazının amacı Osmanlı Medreselerinden bahsetmek değildir. Yine bu medreselerin müfredat programlarından bahsetmek de değildir. Tersine müfredat programlarında yer alan ve mantık derslerinde okutulan eserleri temel alarak bazı sonuç ve neticelere ulaşmaya çalışmaktır. Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca eğitim kurumları olan medreselerin çeşitli devrelerinde mantıkla ilgili bir çok müellifin eserleri okutulmuştur. İşte bu eserler çalışmamızın odak noktasıdır. Bu konunun incelenmesinde takip edeceğimiz metot; mantık ilminin İslam Dünyasındaki tarihi sürecine farklı bir açıdan değindikten sonra, medreselerde okutulan mantıkla ilgili eserlerin tesbiti, ardından bu eserlerle ilgili çeşitli bilgilerin sunulması ve son olarak bu verilerden yola çıkılarak konunun bir değerlendirilmesidir.<br /><br />A-Tarihi Süreç İçerisinde İslam Dünyasında Mantık İlmine Farklı Bir Yaklaşım<br /><br />Mantık ilmi İslam Alemine geçişi sırasında bazı ilimlerle yakın temasta olmuştur. Arap-İslam mantığının gelişiminde açık bir hat belirlemek istediğimiz zaman, tıp ilmiyle başlayan ve Kelam ilmiyle sona eren hattı yakalayabiliriz. Başka bir açıdan Arap mantığının tarihi ve gelişimini tek bir cümlede özetleyebiliriz: Mantık tıpla bitişik olarak başladı ve Kelam ilmiyle bağlantılı olarak sona erdi.<br /><br />Mantık tıbbî araştırmaların öğretim metodundan ayrılmaz bir unsur idi. İskenderiye Okulunda Galinos’un tavsiye ettiği aynı metot üzere mantık başta yer alıyordu. Galinos, kesin bir şekilde tıp kitaplarının iyi bir şekilde anlaşılması için matematik ve mantık öğretimini ön şart koşmuştur. Daha sonraları Nesturi Akademilerinin eğitim programındaki astronomi, tıp ve ilahiyat konularındaki ihtisas alanlarında mantık hazırlık programında temel konu idi. Böylelikle mantık öğretimin çeşitli daları arasında ortak köprü özelliğiyle önemli bir rol oynamıştır.<br /><br />Bu kültür, temelde Süryanice yoluyla Araplara geçtiğinde, bununla birlikte bu tıbbî-mantıkî gelenek de geçmiştir. Mantık tıpla bağlantılı kalmış ve uzun süre doktorların eğitiminde birinci derecede rol oynamıştır. Bunun böyle olmasının sebebi, tabiplerin Aristoteles ve mantığın şarihleri olmasında yatar... Mantık metinlerinin tercümesiyle ve şerh veya tefsirlerini yapan Arap mantıkçılarına göz attığımız zaman onların büyük bir kısmının tıp öğreten veya onunla uğraşan kimseler olduğunun görürüz. Razi, İbn Sina, İbn Meymun, Kindi bunlar arasında yer alır.[1]<br /><br />Durum Osmanlılarda da benzerlik arz etmektedir. Ancak burada tıbbî-mantıkî bir gelenekten değil de, mantık tarihindeki daha sonra meydana gelen gelişmeler müvacehesinde, onun ilimlerin reisi (ilimlerin başı) telakkisinden hareketle, mantığın bütün ilimler için bir hazırlık, giriş olmak üzere okutulduğunu görürüz. Nitekim suhtelerin (öğrencilerin) eğitiminde daha yukarı bir dereceye geçmeleriyle ilgili olarak şöyle denilir: “Bunlar Haşiye-i Tecrid medreselerinde mukaddimat-ı ulûm veya mebâni-i ulûm denen sarf, nahiv, mantık ve adabu’l-bahs gibi muhtasarat dersleri gördükten sonra müstaidd, yani danışmend olurlardı”.[2] Yine öğrencilerin Nahiv ilminden sonra mantık ilminden neleri okuduğu hakkında da şu şöyle denilir: “Nahivden sonra mantık ilminde, medrese öğrencileri arasında meşhur olan adıyla, İsagoci, Hüsam-ı Kati, Muhyiddin, Fenari, Şemsiyye, Tehzib, Kutbüddin-i Şirazi, Seyyid, Kara Davud, Sadüddin (bu kitap mihenk taşıdır; öğrenci bu kitabı okurken mübahaseye isti’dadının olup olmadığı açığa çıkar) ve Şerh-i ****li okur”[3] Buradan da anlaşılıyor ki, mantık nahiv ve sarf gibi, temel bir ders niteliğindedir. Hatta mantık ve nahiv arasında bir benzetme yapılır ve nahiv ilmine göre dil ve lafızların nisbeti ne ise, akıl ve makulatın mantık ilmine nisbetinin bu şekilde olduğu söylenir. Başka bir deyişle, nahiv (gramer) nasıl dilin düzgün ve hatasız kullanılmasına yardımcı oluyorsa, mantık da aklın düşünce faaliyetlerinde bir düzenleyicidir.<br /><br />B - Medreselerin Müfredat Programlarında Yer Alan Mantık Eserleri<br /><br />Osmanlı Medreseleri hakkında yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalar incelendiğinde görülür ki, bu çalışmalar konuya ya belirli bir açıdan yaklaşmıştır, ya da belirli bir dönemi ele almıştır.[4] Son zamanlarda telif edilmiş ve doğrudan bu konuları ele alan bir çalışma ise, Cevat İZGİ’nin Osmanlı Medreselerinde İlim[5] adlı eseridir. İzgi, iki ciltlik bu eserinin birinci cildinde medreseler hakkında çeşitli bilgileri sunduktan sonra, bu yerlerdeki müfredat programları ve okutulan dersler hakkında birinci el kaynaklardan aktararak okuyucuya bilgiler verir. Osmanlı döneminde gerek bilim tarihi ve ilimler sınıflaması türü gerekse biyografik tarzdaki eserlerden faydalanılarak verilen bilgilerden 15 müfredat programı çıkarılmıştır.[6].<br /><br />Osmanlı Medreselerinde yıllarca (aynı zamanda diğer İslam ülkeleri medreseleri için de geçerlidir) okutulan ve birer el kitabı olan mantık eserlerinden bahseden başka kaynaklar da mevcuttur.[7] Ancak bu eserlerde verilen bilgiler isimlerden ibarettir.<br /><br />Söz konusu müfredat programlarında yer alan mantıkla ilgili eserler şöyledir:<br /><br />1- Kevakib-i Seb’a’ya (1155/1741) göre:<br /><br />Aşağı İktisar: Îsâgôcî (şerh ve haşiyesi)<br /><br />Yukarı İktisar: Hüsâm-ı Kâtî ve haşiyesi Muhyiddîn risalesi, Fenârî ve Haşiyesi.<br /><br />Orta İktisad: Şemsiyye, ta’lik ve şerhleri ile Tehzîb.<br /><br />Yukarı İktisad: Kutbüddin-i Şirazi (Şemsiyye şerhi), haşiyeleri Seyyid ve Kara Davud, Sadüddin<br /><br />İstiska: Şerh-i Metâli [8]<br /><br />2- İshak b. Hasan et-Tokadi’nin (ö. 1100/1689) Nazmu’l-Ulum’una göre:<br /><br />Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam [9]<br /><br />3- Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1154/1780) Terkîb-i Ulûm’una göre:<br /><br />Şemsiyye, Kutb, Davud, Seyyid.<br /><br />Tehzib, Celal, Mir.[10]<br /><br />4- Nebi Efendi-zâde (ç.1200/1785-6)’ nin İlimlerin Tertibi ile ilgili bir kasidesine göre:<br /><br />Îsâgôcî, Kul Ahmed, Fenari, Kara Davud, Seyyid, İmad, Tehzib-i Mîr, Mirza-cân.[11]<br /><br />5- Taşkörprülü-zade’nin (ö. 968/1561) Aldığı Derslere Göre:<br /><br />Îsâgôcî, Hüsâmeddin el-Kâtî şerhi ile, Şerhu’ş-Şemsiyye (Kutbuddin er-Razi’nin), es-Seyyid haşiyesi ile, Şerhu’l-****li.[12]<br /><br />6- XI/XVII. Yüz yılda Yaşayan ve Adı Bilinmeyen bir Alimin Aldığı Derslere Göre:<br /><br />Şerh-u Îsâgôcî (Fenari’nin), Kul Ahmed Haşiyesi ile; Şerhu’t-Tehzib, Şerhu’t-Tehzib li’t-Taftazani (Devvani’nin) Mîr Ebu’l-Feth’in haşiyesi ile; Şerhu’t-Tasavvurati’ş-Şemsiyye (Kutbeddin e-Şirazi’nin haşiyeleri ile)[13]<br /><br />7- Katip Çelebi (ö. 1067/1658)’nin Aldığı Derslere Göre:<br /><br />Şerh-i Tehzib, şemsiyye, Fenari.[14]<br /><br />8- Katip Çelebi’nin Verdiği Derslere Göre:<br /><br />Fenari, Şerh-i Şemsiyye, Cami [15]<br />9- Şeyhülislam Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703)’nin Aldığı Derslere Göre:<br /><br />Şerhu Tehzibü’l-Mantık ve haşiyesi.[16]<br /><br />10- Ziyaüddin Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavî (ö. 1218/1803)’nin Aldığı Derslere Göre:<br /><br />Şerh-u Îsâgôcî li- H. Kâtî ve Fenari ve öbür ünlü haşiyeler; Şerhu’ş-Şemsiyye (K.Razi)[17]<br /><br />Bu verilen bilgilerden sonra eserlerle ilgili bazı tasnifler yapabiliriz. Şöyleki: </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-20567519163064655702010-03-27T13:08:00.001+02:002010-03-27T13:10:00.766+02:00Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine 2<a href="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63ngbp8FII/AAAAAAAAAJ8/0lPCiKyCIgk/s1600/r1ia3.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 270px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453269268181030018" border="0" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63ngbp8FII/AAAAAAAAAJ8/0lPCiKyCIgk/s400/r1ia3.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">A - Müstakil Eserler: (2.bölüm)<br /><br />I-Îsâgôcî, yahut er-Risaletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık<br />Yazarının tam adı Esirüddin el-Mufaddal b. Ömer es-Semerkandi el-Ebheri (1200-1265) olan Îsâgôcî adlı eser, mantığın bütün konularını kapsamakla birlikte son derece muhtasar bir eser olup medreselerde mantık alanında okutulan ilk kitap olması bakımından önemlidir. Îsâgôcî, mantıkçılar nezdinde en çok değer verilen, yine aynı derecede bir çok mühim şerh ve haşiyelere konu olan başlıca mantık kitaplarındandır. Batı dünyasında da ilgi duyulmuş, Latince başta olmak üzere bazı Batı dillerine tercüme edilmiştir. Yazarın mantık ve felsefe ile ilgili diğer meşhur eseri ise Hidayetü’l-Hikme’dir. Bu eser klasik İslam Felsefesi problemleri üzerinde bir çalışma olup mantık, tabiiyyat ve ilahiyyat şeklinde üç kısma ayrılmıştır. Eserin başta İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yazma nüshaları vardır. [18] Bu esere dair yazıda zikredilen şerhlerin dışındaki bazı önemli şerhlerin bazıları şunlardır:<br /><br />1- Taftazani’nin, Şerh-i İsagoci’si (Süleymaniye/Ayasofya: 2536 vr. 128-190)<br /><br />2- Cürcani’nin, Şerh-i İsagoci’si, (Mîr İsagoci, Mısır 1321, Müeyyed Matbaası)<br /><br />3- Ensari’nin, el-Matla fi Şerh-i İsagoci (Mısır 1283, Bulak Seniyye Matbaası)<br /><br />II- Şemsiyye, yahut er-Risaletü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye<br />XIII. yüz yılda Kazvini (1220/1276 veya 92) tarafından yazılan ve döneminde büyük şöhrete sahip olan Şemsiyye de muhtasar türde bir eserdir ve İsagoci gibi, XIX. Yüz yılın başlarına kadar medreselerde okutulmuştur. Doğuda hayli etkili olan bu eser, çok sayıda şerh ve şerhlerin şerhine konu olmuştur. Çeşitli şerhlerle birlikte bir çok baskısı vardır. Yazarın diğer meşhur bir eseri ise Kitabu Hikmetü’l-Ayn’dır. Tıpkı Hidaye gibi üç bölümden oluşur.[19]<br /><br />Şemsiyye’nin burada yer almayan bazı şerhleri şunlardır:<br /><br />1- Şerhu’ş-Şemsiyye, el-Hıllî (1250-1325) [Brockellmann, GAL, I, p. 466 (no.2)]<br /><br />2- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Taftazani (ö.1389) (Süleymaniye/Yazma Bğş: 1797)<br /><br />3- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Meybudi (ö.1480) (Süleymaniye/İ.İ.Hakkı: 1694)<br /><br />III- Tehzîb, yahut Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam<br /><br />Taftazani’nin 1386’da yazdığı bu eser çok büyük bir şöhrete sahiptir. Kitabın ilk kısmı mantık ve ikinci kısmı ise Kelamla ilgilidir. Çok sayıda şerhlere konu olmuş ve bir çok defa da basılmıştır. (Örnek olarak, Mısır 1912, Mat. Saade) Bu eserin diğer şerhlerinden birkaç örnek:<br /><br />1- Kafiyeci, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık. [20]<br /><br />2- Hafid et-Taftazani, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık.[21]<br /><br />VI- (Metâli), yahut Metâliu’l-Envâr<br />****liu’l-Envar fi’l-Mantık. Urmevi (1198-1283)[22]’nin mantıkla ilgili meşhur eseridir. Bu eserde muhtasarat kategorisinde incelenir. Ancak daha önceki iki eserden içerik olarak daha kapsamlıdır. Gerek yazar ve gerekse eserle ilgili çalışmalar mevcut değildir. Yazar bu eseri üçlü tarzdaki eserler tarzında meydana getirmek istemiş, mantıkla ilgili kısmı yazdıktan sonra diğer kısımları zamana bırakmıştır. (Bu eserin yazma bir nüshası Süleymaniye/Mihri Şah Sultan, 332 no.da mevcuttur.)<br /><br />V- Velediyye, yahut er-Risaletü’l-Velediyye fi’l-Mantık<br />Seyyid Şerif Cürcani (1340-1413)’nin mantıkla ilgili diğer bir eseridir. Ancak diğerleri gibi muhtasar sınıfından değildir. Bu eser aslında Farsça iken, yazarın oğlu Nureddin Cürcani (1370-1434) tarafından Arapça’ya çevrilmiştir.[23]<br /><br />B- Şerhler:<br />1- Hüsam-ı Kâtî, yahut Kâle-Ekûlu (AI)[24]<br /><br />2- Fenari, yahut el-Fevaidü’l-Fenariyye (AI)[25]<br /><br />3- Kutbüddin-i Şirazi, (AII) [26]<br /><br />4- Şerh-i ****li (Tahtani) (AIV)[27]<br /><br />5- Celal (Devvani) (AIII)[28]<br /><br />C- Haşiyeler:<br /><br />1- Muhyiddin (Talişi), (B1)[29]<br /><br />2- Kul Ahmed (İbn Hızır), (B2)[30]<br /><br />3- Seyyid (Ş.Cürcani) (Küçük ya da Küçek) (B3)[31]<br /><br />4- Kara Davud (B3) Küçük’e haşiye[32]<br /><br />5- Sadüddin (Taftazani) (B3)[33]<br /><br />6- Davud (Kara), (B3)[34]<br /><br />7- Seyyid (Ş.Cürcani), (B4)[35]<br /><br />8- Îmâd (Farisi) (B3)[36]<br /><br />9- Mîr (Ebu’l-Feth), (B5)[37]<br /><br />10- Mirza-cân , (AIII) ve (B7)[38]<br /><br />Yukarıda sınıflandırışmış olarak verilen bir listenin benzerini Rescher’in eserinde de bulmak mümkündür. Rescher ****li ve Şemsiyye’nin şerhleri ve bunların haşiyelerini zikrettikten sonra mantık öğretimine dahil edilen temel metinlerden bahseder ki, onlar şöyledir:<br /><br />1- Kitabu’l-Mucez - Huncî<br /><br />2- Kitabu’l- Cümel – Huncî<br /><br />3- ****liu’l-envar – Urmevî<br /><br />4- Şemsiyye- Kazvinî<br /><br />5- Kitabu Hikmetü’l-Ayn – Kazvinî<br /><br />6- Kitabu’l-İsagoci - Ebherî<br /><br />7- Kitabu Hidayetü’l-Hikme - Ebherî<br /><br />Yaklaşık olarak 14. Yüzyıldan sonra 3,4,5 ve 6. kitaplar bu alana hakim hale gelmiş ve genelde bunlar üzerine yapılmış Tahtani’nin (Cürcani’nin haşiyeleriyle birlikte), Cürcani’nin ve İbn Mübarekşah’ın[39] yapmış olduğu herkesçe bilinen şerhlerle bağlantılı olarak ders verilmiştir. Veyahut ta sırasıyla ya Kâtî’nin ya da Fenari’nin şerhleriyle birlikte okutulmuştur.[40] Burada verilen bilgiler ışığında yeni liste oluşur ki, o da bizim daha önce Müstakil Eserler başlığı altında zikrettiğimiz eserlere hemen hemen mutabıktır. Ancak burada genel Arap (İslam) mantığının gelişimi hakkında bilgi verilirken, bizim kullandığımız kaynak ve konuştuğumuz bölge bunların bir kısmıdır. Sık sık adı geçen Rescher’in mantık tarihi ile ilgili eserlerinin ikincisi olan The Development of Arabic Logic adlı eser ana başlıklarıyla mantık ilminin Arap (İslam) Dünyasındaki gelişimini şöyle özetler:<br /><br />1- Tercüme Devri, (900’e kadar)<br /><br />2- Mantığın İlk Çiçek Açışı (Gelişimi), (900-1000)<br /><br />3- İbn Sina Dönemi, (1000-1100)<br /><br />4- İbn Rüşd Dönemi, (1100-1200)<br /><br />5- Medreselerin (Okulların) Çatışması, (1200-1300)<br /><br />6- Uzlaştırma Dönemi, (1300-1400) ve Öğreticiler Dönemi (1400-1550)[41] </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-68467446268618928992010-03-27T13:07:00.002+02:002010-03-27T13:08:10.942+02:00Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine 3<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63nFD_iI-I/AAAAAAAAAJ0/7t-2KwRZZ9g/s1600/r1ia3.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 270px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453268797972685794" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63nFD_iI-I/AAAAAAAAAJ0/7t-2KwRZZ9g/s400/r1ia3.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">(3.bölüm)<br /><br />Bu tasnif içerisine Osmanlıları koymak istediğimiz zaman, ilk Osmanlı medresesinin 1331’de yaptırıldığı dikkate alınırsa, Uzlaştırma Döneminin ortalarına rastlamaktadır ki, bu dönemlerde daha yeni teşkilatlanma başlamaktaydı. Bu takdirde daha çok mantık öğreticilerinin dönemine katabiliriz. Bu tarihler ve daha sonraki dönemlerde bilindiği üzere bir çok alanda, bazı orijinal çalışmalar hariç, şerh, haşiye, şerhlerin şerhi ve haşiyelerin haşiyelerinin yapıldığı dönemlerdir. Bunun için kütüphanelerdeki eserler ve bunların yazar ve istinsah tarihine bakmak yeterlidir.<br /><br />C - Eserlerin Muhtevaları<br /><br />Eserlerin muhtevası incelenirken okutulan eserlerin hepsi değil de, müstakil eserlerin içerikleri incelenecektir ve bunlar İsagoci, Şemsiyye, Tehzib ve ****li’nin içerikleri olacaktır. İsagoci bu eserler içerisinde hacim olarak en küçüğüdür. Tehzib de hemen hemen aynı boyuttadır. Daha sonra Şemsiyye ve ****li gelir.<br /><br />İsagoci’nin İçerik Açısından Ana Hatları:<br /><br />1- Delalet: Mutabakat, Tazammun ve İltizam<br /><br />2- Lafızlar (Kavramlar): Müfret ve Mürekkeb (basit be bileşik)<br /><br />2.1- Müfret, küllî ve cüz’î<br /><br />2.1.1- Küllî, zati ve arazi (beş tümel konusu)<br /><br />a- Zati, cins, tür ve ayrım.<br /><br />b- Arazi, hassa ve araz-ı amm (ilinti)<br /><br />3- Tanım: Had ve resm.<br /><br />3.1- had, tam ve eksik<br /><br />3.2- resm, tam ve eksik<br /><br />4- Önermeler: Yüklemli, şartlı ve unsurları<br /><br />4.1- Yüklemli önermenin çeşitleri<br /><br />4.1.1- Olumlu ve olumsuz önermeler<br /><br />4.1.2- Mahsûre önermeler<br /><br />4.2- Şartlı önermeler, bitişik ve ayrık şartlı<br /><br />4.2.1-Bitişik şartlı, gerekli ve raslantılı<br /><br />4.2.2- Ayrık şartlı, hakikiyye, maniatü’l-cemi ve maniatü’l-hulû<br /><br />4.3- Tenakuz (Çelişik önermeler)<br /><br />4.4- Döndürme<br /><br />5- Kıyas: Kesin ve seçmeli<br /><br />5.1- Kesin kıyas, beş bölümü<br /><br />5.2- Seçmeli kıyas<br /><br />5.3- Kıyasın şekilleri<br /><br />6- Burhan, (yakiniyyatın bölümleri), cedel, hitabet, safsata ve şiir.<br /><br />Şemsiyye ise ana hat olarak bir giriş, üç makale ve bir sonuçtan oluşur. Girişte mantığın mahiyeti ve ona duyulan ihtiyacın belirtilmesinden sonra mantığın konusuna değinilir. Birinci makalede tanımda dahil olmak üzere lafızlar ve ona müteallik konular incelenir. Bu bölüm Ebheri’nin eserinde 1,2 ve 3 nolu başlıkları içerir. İkinci makalede önermeler ve hükümleri ele alınır. Üçüncü makalede ise kıyas incelenir. Sonuçta ise, ilk olarak kıyasın maddeleri son olarak ta ilimlerim unsurları adlı bir konuya değinilir.<br /><br />Makalelerin ilki olan Müfret kelimelerin incelenmesinde, artı olarak mütevati, müşekkek, müşterek, müradif (ya da müteradif) ve mübayin lafızlarını görürüz. Yine bu bölümde külli’nin dış dünyadaki durumu ve kavramlar arası ilişkiler anlatılır ve gerçek ve izafi türden bahsedilir.<br /><br />İkinci makalede, önermenin muhassala ve ma’dule durumu ve özellikle modal önermelerden bahsedilir. Döndürme konusunda ayrıca ters döndürme de zikredilir.<br /><br />Üçüncü makalede kıyasın ekleri başlığı altında bileşik, hulfi kıyaslara yer verilir ve ardından akıl yürütmenin diğer iki türü olan Tümevarım ve Analoji’den bahsedilir.<br /><br />Tehzib’de isim durum ilk bölümleme olarak adsal bir farklılık gösterir. İlk bölüme direkt olarak Tasavvurat adını vermez ama, ikinci bölüme Tasdikat diye başlar. Birinci bölümde lafızlar ve çeşitli konuları ve tanım ele alınır. Bütününde daha kısa anlatımlar içermekle beraber Şemsiyye’ye benzer. Ancak burada kıyasın ekleri adı altında incelenen konulardan tümevarım ve analoji hariç diğerleri yer almaz.<br /><br />****li ise içerik açısından aynı konuları kapsamakla beraber konuların anlatımını daha geniş olarak ele alır. Eserin mantık kısmı kendi arasında iki bölüme ayrılır. Tasavvurların elde edilmesi ve Tasdiklerin elde edilmesi. Birinci bölümde iki alt bölüme ayrılır. İlkinde girişte mantık ve delalet konusuna değinilir. İkincisinde altı başlık altında külli ve cüz’i konusu incelenir ve tanım bahsi buraya dahil edilir.<br /><br />Tasdikat veya bunların elde edilmesi başlığı altında ise üç konuya değinilir. Birincisi, önermelerin bölümleri ve unsurları. Bu başlık altında 11 alt başlık yer alır. Burada genel konuların dışında farklı olarak şu konulara değinir: </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-10078885167711314852010-03-27T13:04:00.001+02:002010-03-27T13:06:32.544+02:00Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine 4<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63mssIulQI/AAAAAAAAAJs/JExjzuNN0H0/s1600/r1ia3.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 270px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453268379251938562" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63mssIulQI/AAAAAAAAAJs/JExjzuNN0H0/s400/r1ia3.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">(4.bölüm)<br /><br />1- Yüklemin niceliği (Kazayay-ı münharife)<br /><br />2- Modal önermelerin daha geniş anlatılması.<br /><br />3- Şartlı önermelerle ilgii değişik değerlendirmeler.<br /><br />İkinci bölümde kıyasa yer verilir. Burada farklın olarak Modal Kıyasları inceler. Üçüncü bölümde kesin şartlı kıyaslar incelenir. Seçmeli kıyasın ardından ekler bölümünde bileşik kıyaslardan ayrıca tümevarım ve temsilden söz edilir. Son olarak ta Burhan ve diğerleri yer alır.<br /><br /><br /><br />D - DEĞERLENDİRME<br /><br />1- Osmanlı Devletinin kuruluşu ve medreselerin teşekkülü mantık tarihi açısından mantıkla ilgili eserlerin artık eski şaşaalı dönemini yitirdiği bir döneme rastlar. Bu sebeple yüzyıllar boyunca birkaç tane orijinal çalışmanın dışında hep daha önceki eserler üzerinde yapılan çalışmalardan ibarettir. Osmanlı’ya gelmeden önce artık kendisini göstermeye başlamış olan bu devirde oluşan muhtasar ve eğitim amaçlı eserler Osmanlı medreselerinde de revaç görmüş ve bu tür eserler medrese talebelerinin vazgeçemediği temel kaynaklar haline gelmiştir. Ancak bu temel kaynaklar özet tarzında olduğu için, tekrar bunları açıklayan eserlere ihtiyaç duyulmuştur ki, bunlar da şerhler ve haşiyeler şeklinde kendisini göstermiştir.<br /><br />2- Bu çalışmada da verildiği gibi, mantık eğitiminde öğrencilere okutulan kitaplar, müstakil eserlerden ziyade, daha çok şerh ve haşiye türündendir. Zaman geçtikçe haşiyelere haşiyeler yazılmış ve neredeyse asıl eserlere ulaşılamaz olmuştur. Örnek olarak, Taftazani’nin Tahtani’nin şerhi üzerine olan haşiyesi okutulurken, Cürcani’nin aynı esere olan haşiyesi onun yerine geçmiştir. Bir haşiye gitmiş bir haşiye gelmiştir. Şerh değil. Tabi ki, biz burada geçmişi tenkit etmek istemiyoruz. Burada şerh ve şerhçiliğe değinmek istiyoruz. Şerh faaliyetleri sadece bu alanda değil, diğer bir çok alanda da yaygın şekilde mevcuttur. Bu çalışmanın eserler listesinde A kısmında yer alan eserlere oldukça fazla sayıda şerhler yapılmıştır. Nitekim, İsagoci ile ilgili olarak İzgi’nin eserinde 30 haşiyesi ile birlikte okutulduğu zikredilir. Bir çoğu sadece mantıkçı olanlar tarafından yapılan bu şerhlerin yanında, ansiklopedist yazarların şerhleri de vardır. Birincisine Kâtî ve Tahtanî’yi, ikincisine de Taftazani ve Cürcani’yi örnek verebiliriz. “Şerh, şarkiyatçılarının büyük bir bölümünün söylediği gibi her hangi bir ibareyi inşâî sigalarla veya benzeşen lafızlarla (paraprhase) ifade etmeye çalışıp, doğrudan çok hata eden, güzel anlaşılmadan daha çok yanlış anlayan, ayrıştırmadan çok karıştıran ve açıklık kazandırmadan çok muğlaklaştıran bir ameliye değildir. Aksine şerh, tarihten bağımsız bir anlamın kazandırılması gayesiyle metnin yeniden canlandırılması ve özümsenmesidir. Şerh, aklî faraziyenin, felsefî maksadın, mantıkî ahengin ve mutlak hikmetin beyanını hedefler. Aynı zamanda şerh, nakıs için bir ikmal, cüz’ün küll’e bağlanması ve felsefî tasavvura dengenin kazandırılmasıdır... ”[42]<br /><br />3- Mantığın diğer ilimlerle olan ilişkisi ve onlar arasındaki yeri açısından Osmanlı Medreselerindeki durum, onun genel kabulü olan ve diğer ilimler için bir hazırlık devresi ve diğer ilimlere giriş olan aynı anlayıştır veya bir bakıma bütün medrese eğitiminin hazırlık derslerindendir. Bu ilimdeki başarısı, onun daha yukarı safhalara geçişi için bir ölçüdür. Ayrıca mantık dersleri medreselerin hikmet-i tabiiyye adı altında okutulan felsefe dersleri için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu derslerde okutulan eserler de yine mantık muhtevasından yoksun değildir, hatta ilk bölümleri mantık konularını içerir. Mantık ilmi medreselerde mezkur özelliklerini hep devam ettirmiştir.<br /><br /><br /><br /><br />KAYNAKÇA<br /><br />BİNGÖL, Abdülkuddûs, T.D. V.İ.A. Ebheri Maddesi, c.X. İst. 1994<br /><br />EBHERÎ, Esirüddin Mufaddal b.Ömer, Îsâgocî, İst. 1994.<br /><br />İZGİ, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, Riyazi İlimler-ı, İst. 1997<br /><br />KAZVÎNÎ, Necmeddin Ali b. Ömer el-Katibî, er-Risaltü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye, t.s.<br /><br />RESCHER, Nicholas, The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964<br /><br />_________, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi (Çev. Muhammed Mehran), Kahire 1985<br /><br />TAFTAZANÎ, Sadettin Mesud b. Ömer, Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam, Mısır, 1320.H.<br /><br />URMEVÎ, Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir, ****liu’l-Envâr, Süleymaniye/ M.Şah Sul. /332<br /><br />--------------------------------------------------------------------------------<br /><br />[1] - Mehran, Muhammed, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi, Kahire 1985, s.93-94<br /><br />[2] - İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, c.I., İstanbul 1997 s. 51<br /><br />[3] - İzgi, aynı yer.<br /><br />[4] - Cahit BALTACI’NIN, Osmanlı Medreseleri ve H. ATAY’ın, Osmanlı’larda Yüksek Din Eğitimi bunlardan bazılarıdır.<br /><br />[5] - Cevat İZGİ, Osmanlı Medreselerinde İlim II, İz Yayınları İstanbul 1997<br /><br />[6] - İzgi, a.g.e., c.I., s. 163-83 Bu cedvellerden birinde Risalelerin adı verilmezken (11. Cedvel), Cevdet Paşa kimlerden ders okuduğunu söyleyerek eser adı zikretmez (13. Cedvel), 6. Cedvelde de Katip Çelebi’nin verdiği dersler içerisinde mantık yer almaz<br /><br />[7] - Bunlardan bazıları, A.A. ADIVAR’ın Osmanlı Türklerinde İlim ve Necati ÖNER’in Klasik Mantık adlı eserleridir.<br /><br />[8] - İzgi, O.M.İ. c. I, s. 164.<br /><br />[9] - A.g.e., c. I, s. 167<br /><br />[10] - A.g.e., c. I, s. 168<br /><br />[11] - A.g.e, c. I., s. 169<br /><br />[12] - A.g.e, c. I., s. 170<br /><br />[13] - A.g.e, c. I., s. 171<br /><br />[14] - A.g.e, c. I., s. 173<br /><br />[15] - A.g.e, c. I., s. 174<br /><br />[16] - A.g.e, c. I., s. 174<br /><br />[17] - A.g.e, c. I., s. 176<br /><br />[18] - Yazar hakkında çok az bilgiye sahip olunmakla birlikte, nisbesinde de geçtiği üzere Musul’da 1200 yılında doğmuş, ilk tahsilini burada yaptıktan sonra Horasan ve Bağdat’a giderek öğrenimini tamamlar. O dönemin önemli bilgilerinden olan Kemalleddin b. Yunus’un Talebesi ve İbn Hallikan’ın hocası oldu. Bir süre Musul sarayında himaye gördü, 625’te (1228) Erbil’e geçerek oraya yerleşti ve nihayet 1263 veya 1265’te vefat etti. Bkz. Rescher, N. The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964, s. 196.; Bingöl. A.K., T.D.V.İ.A., Ebheri Maddesi,; Kayacık, A. Ebheri’nin İsagoci’sinin İlk Şerhleri, Kayseri 1996 (Basılmamış Doktora tezi), s. 1<br /><br />[19]- Rescher, N. The Development of Arabic Logic, s. 203. Asıl adı Necmeddin Ali b. Ömer el-Kazvini el-Katibi 1220 yılında İran’da doğdu. Nasreddin Tusi (1201-1274)’nin yakın ve parlak öğrencisi olarak ondan felsefe ve bilim öğrendi. Kendisini kısmen astronomiye vermekle beraber, daha çok mantığa yöneldi. Bu alandaki eserleri büyük şöhrete ulaşmıştır. Bkz. Brockellman, GAL, S I, s. 845; Rescher, a.g.e., s.203; Zirikli, A’lam, 4/315; Kehhale, Mu’cemü’l-Müellifin. 7/159.<br /><br />[20] - Ebu Bekir Abdullah b. Süleyman el-Mahyivi el-Kafiyeci el-Bergamî (1388-1474) (Rescher, a.g.e., s.228)<br /><br />[21]- Seyfüddin b. Yahya b. Muhammed b. Sadettin el-Hanefi et-Taftazani (1450-1510), Sadettin Taftazani’nin torunu. 1510 yılında siyasi bir sebebpten dolayı idam edilidi. (Rescher, a.g.e., s. 241)<br /><br />[22] - Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir el-Urmevî. 1198 yılında İran’da doğdu. Musul’da felsefe öğrendi. Esas olarak mantıkçı olmakla beraber, tabiat, ilahiyat ve ahlak konusunda da eserler verdi. Geç yaşta 1283’te Konya’da vefat etti. Mantıkla ilgili diğer eserleri ise şunlardır:<br /><br />1- Şerhu’l-İşarat, İbn Sina’nın İşarat’ına şerh.<br /><br />2- Şerhu’l-Mucez, Hunci’nin Mucez adlı eserine şerh.<br /><br />3- Beyanu’l-Hakk, Felsefi bir risale olup, bir kısmında mantığı ele alır. (Rescher, a.g.e., s. 195) </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-73029791888689156942010-03-27T13:01:00.001+02:002010-03-27T13:04:26.046+02:00Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine 5<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63mMLxX8II/AAAAAAAAAJk/rS1u5vjUSGw/s1600/r1ia3.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 270px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453267820808237186" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63mMLxX8II/AAAAAAAAAJk/rS1u5vjUSGw/s400/r1ia3.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">(5.bölüm)<br /><br />[23] - Rescher, a.g.e, s. 222, 227.<br /><br />[24] - Hüsamüddin (Hüsameddin) Hasan el-Kâtî (1290-1359). Hüsam veya Hüsam-ı Kâtî diye de bilinen ve İsagoci’nin ilk şarihi olan yazar hakkında çok az bilgiye sahibiz. Eseri kadar kendisi şöhret bulmamıştır. Onunla ilgili olarak 1359’da vefat eden bir alim olduğu, mantığa katkısının ise bir mantık öğreticisi olmaktan fazla bir şey olmadığı şeklinde bilgiler çeşitli eserlerde yer alır. Bu eser isagoci’nin ilk şerhi olması sebebiyle öneme haizdir.(Bkz. Rescher, a.g.e., s. 215; Brockellman, GAL I, 464; Kehhale, a.g.e., III/272;<br /><br />Diğer adı Kâle-Ekûlu olan şerhine böyle denmesinin sebebi, eserde kullanılan bir şerh tekniği sebebiyledir. Çeşitli yerlerde bir çok yazması bulunan bu eserin bir nüshası da Nuru Osmaniye-4982/6’da yer almaktadır.<br /><br />[25]- Şemsüddin Muhammed b. Hamza el-Fenarî (1350-1431) tarafından telif edilen ve aynı zamanda kendisinin Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislamı olması sebebiyle çok büyük bir şöhrete sahip olan bu eser, muhtasar türünden olmamakla beraber medreselerde en az onlar kadar hatta daha fazla rağbet görmüştür. Bu eser aynı zamanda el-Fevâidü’l-Fenariyye olarak da bilinir. Fenari, Bursa veya Maveraünnehir’de olduğu konusunda ihtilaf edilen Fenar kasabasında doğmuş, ilk tahsilini Anadolu’da yapmıştır. Daha sonra tahsilini Mısırda tamamlayıp döndükten sonra 1424 yılında II. Murad onu Şeyhülislamlık görevine tayin etmiştir. Çok sayıda eser veren yazarın bu eserleri görevlerinin çokluğu sebebiyle müsvedde halinde kalmıştır. 15 Mart 1431’de vefat etmiş ve Bursa’da yaptırdığı caminin ön tarafına defnedilmiştir.(Bu konuya dair bkz. GAL, I/465, II/234; I2/609...; Rescher, a.g.e., s. 225-6 ve diğer İslami Kaynaklar.)<br /><br />[26] - Kutbeddin Muhammed b. Muhammed er-Razi et-Tahtani (1290-1365). Yaklaşık 1290 yılında İran’da doğdu. 1362 yılında orada vefat etti. Kendisi felsefe öğreticisi idi ve eserlerinin geniş bir çevrede etkisi vardı. Daha sonraları (özellikle Hindistan’da) şerhlere konu olmuştu. Tahtani’nin mantıkla ilgili eserlerinden biri Şemsiyye şerhi ki, bu Tahrirü Kavaidi’l-Mantıkiyye fi Şerhi’ş-Şemsiyye olarak da bilinir. Adından da anlaşılacağı üzere Kazvini’nin Şemsiyyesi’nin şerhidir. Diğeri de bu çalışmada şerhlerin dördüncü sırasında yer alan eserdir. Bu da ****li şerhidir ve Levamiu’l-Esrar fi Şerh-i ****liu’l-Envar olarak bilinir. Bu iki eser de çeşitli yerlerde basılmıştır.<br /><br />[27] - 23. Dipnotta bu konuda bilgi verilmiştir.<br /><br />[28] -Celaleddin Muhammed b. Esad ed-Devvânî es-Sıddiki (1427-1501) Ansiklobedist İran’lı bir yazardır. Hayatını asıl olarak fıkıh ve kelami konulara adamıştı. Eserlerinin büyük bir etkisi olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir şöhrete sahipti. Devvani mantıkla ilgili olarak sadece şerhlerin şarihidir. Böyle olmakla beraber bir öğretici olarak önemli bir rol oynamıştır ve Meybudi onun önemli talebelerindendir. Tehzib’e yazdığı şerhin dışında mantıkla ilgili eserleri ise şunlardır:<br /><br />1- el-Mülahazat ve’l-Mugalatat.<br /><br />2- Şerhu şerhi’ş-Şemsiyye, Cürcani’nin Küçek adlı eserine şerh.<br /><br />3- Şerhu şerhi’l- ****li’l-Envar, Cürcani’nin ****li şerhine şerh. (Bkz. Rescher, a.g.e., s. 236)<br /><br />[29]- Muhyiddin Muhammed b. Musa at-Talişi (1440-1500). Muhtemelen 1480 civarında kendisini göstermiştir. Hakkında az şey bilinir. Kâtî’nin İsagoci şerhine haşiyesi vardır ve bu eser çok yaygın olarak bilinir. (Rescher, a.g.e., s. 239)<br /><br />[30] - Ahmed b. Muhammed b.Hızır (1500-1560), 1540 civarında kendisini gösteren bir araştırmacı idi. Eseri Kul Ahmed olarak şöhret bulmuştur. Kavl-i Ahmed olarak da geçer. Fenari’nin Ebheri’nin isagoci’sine yazdığı şerhe haşiyedir ve çok meşhurdur ve yaklaşık 1543’te yazılmıştır. Bu eser genelde Fenari’nin şerhinin devamında yer alır. (Rescher, s.253)<br /><br />[31] -Ali b. Muhammed el-Cürcani (Seyyid Şerif) (1340-1413) tarafından kaleme alınan bu eser Haşiye ala Şerhi’ş-Şemsiyye olarak geçer. “Küçek” (Küçük) adıyla da bilinen bu eser, Kazvini’nin Şemsiyesi’ne Tahtani’nin yazmış olduğu şerhe haşiyedir. Çok meşhur olan bu eserin oldukça fazla baskıları vardır. (Rescher, s.222-23) Ayrıca kütüphanelerde çok sayıda nüshaları vardır.<br /><br />[32] -Kara Davud el-Kocevi (veya el-İzmiti) (1475-1541). Mantıkta etkisi olan bir öğretici idi. 1515 yılında parlamış ve 1541’de vefat etmiştir. Eseri ise yukarıda geçtiği üzere Küçek üzerine yapılmış haşiyedir. (Rescher, s. 248)<br /><br />[33] - Sadettin Mesud b. Ömer et-Taftazani (1322-1390)’nin, Tahtani’nin şerhine haşiyesidir. Bu haşiye ilk başta çok popüler idi, daha sonra Cürcani’nin haşiyesi onun yerini almıştır. (Rescher, s. 218)<br /><br />[34] - Davud ile Kara Davud aynı kişidir ve aynı eserdir.<br /><br />[35] - Cürcani’nin Tahtani’nin Urmevi’nin ****li adlı eserine yazdığı şerh üzerine haşiyesidir.<br /><br />[36] - Îmadüddin b. Muhammed b. Yahya b. Ali el-Farisî (1440-1494) 15. Yüzyılın ortalarında parlayan İranlı bir alimdir. Kısaca İmad, yahut Farisi de denilir. Eserinin adı “Kara Haşiye” adını taşır. Bu eser de yine, Cürcani’nin Küçek adlı eserine yazılan bir eserdir.(Rescher, s. 237)<br /><br />[37] - Mîr Ebu’l-Feth Muhammed b.Mahdum es-Saidi el-Huseyni (1475-1543). 1543 yılında vefat eden İran’lı bir alimdir. Kendisini felsefe ve kelama vermiştir. Eseri yukarıda da geçtiği üzere Devvani’nin Tehzib şerhi üzerine haşiyedir. Ayrıca Küçek üzerine bir haşiyesi de vardır. (Rescher, s. 248-49)<br /><br />[38] - Habibullah Mirzacan es-Seyyid eş-Şirazi el-Bagındi el-Muhakik (1470-1530) Devvani’nin öğrencisi idi. (Brockellman onun vefat tarihinin 1586 olduğunu söyler. Ancak Devvani’nin 1501 yılında vefat ettiği bilindiğinden dolayı, onun öğrencisinin bu kadar geç bir tarihte yaşaması neredeyse zordur.) Mantıkla ilgili eserleri Taftazani’nin Tehzib’ine haşiye ve Cürcani’nin Tahtani’nin ****li şerhine yazmış olduğu haşiyesine haşiyedir. (Rescher, s. 245-46)<br /><br />[39] - Şemseddin Mirek Muhammed Ali b. Mübaraekşah el-Buhari (1340-1400) Hikmetü’l-Ayn ve Hidayetü’l-Hikme’ye şerhleri var.<br /><br />[40] - Rescher, The Development of Arabic Logic, s. 74-75.<br /><br />[41] - Rescher, a.g.e, Bu başlıklar eserin bölümlerini oluşturur.<br /><br />[42]- Hanefi, Hasan, İslami Araştırmalar, (Çev. İbrahim Aydın, Ali Durusoy), İst. 1994, s. 19-20 </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-71891801309586854892010-03-27T12:52:00.004+02:002010-03-27T13:00:12.637+02:0012 Eylül 1980 Darbesi'nde İdam Edilenler<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63kqcgVwfI/AAAAAAAAAJc/WC15GADwmQM/s1600/idam-ve-sdn-mektuplar1.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 300px; DISPLAY: block; HEIGHT: 224px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453266141673013746" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63kqcgVwfI/AAAAAAAAAJc/WC15GADwmQM/s400/idam-ve-sdn-mektuplar1.jpg" /></a><br /><div><a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63kYuSCjZI/AAAAAAAAAJU/SlUQJcev1jE/s1600/cunta_12eylul.jpg"></a><br /><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">12 Eylül 1980 Darbesi'nde İdam Edilenler<br /><br />Necdet Adalı (sol görüşlü) 7 Ekim 1980 Ankara<br />Mustafa Pehlivanoğlu (sağ görüşlü) 7 Ekim 1980 Ankara<br />Serdar Soyergin (sol görüşlü) 25 Ekim 1980 Adana<br />Erdal Eren (sol görüşlü) 13 Aralık 1980 Ankara<br />Cevdet Karakaş (sağ görüşlü) 4 Haziran 1981 Elazığ<br />Veysel Güney (sol görüşlü) 10 Haziran 1981 Gaziantep<br />Ahmet Saner (sol görüşlü) 25 Haziran 1981 İstanbul<br />Kadir Tandoğan (sol görüşlü) 25 Haziran 1981 İstanbul<br />Mustafa Özenç (sol görüşlü) 20 Ağustos 1981 Adana<br />İsmet Şahin (sağ görüşlü) 20 Ağustos 1981 İstanbul<br />Seyit Konuk (sol görüşlü) 13 Mart 1982 İzmir<br />İbrahim Ethem Coşkun (sol görüşlü) 13 Mart 1982 İzmir<br />Necati Vardar (sol görüşlü) 13 Mart 1982 İzmir<br />Fikri Arıkan (sağ görüşlü) 27 Mart 1982 Ankara<br />Sabri Altay (adli suçlu) 23 Nisan 1982 Adapazarı<br />Cengiz Baktemur (sağ görüşlü) 30 Nisan 1982 Elazığ<br />Şahabettin Ovalı (adli suçlu) 12 Haziran 1982 Sinop<br />Ednan Kavaklı (adli suçlu) 18 Haziran 1982 Ankara<br />Ali Bülent Orkan (sağ görüşlü) 13 Ağustos 1982 Ankara<br />Veli Acar (adli suçlu) 13 Ağustos 1982 Isparta<br />Eşref Özcan (adli suçlu) 19 Ağustos 1982 Kayseri<br />Halil Fevzi Uyguntürk (adi suçlu) 29 Aralık 1982 Afyon<br />Kazım Ergun (adli suçlu) 29 Aralık 1982 Akşehir<br />Muzaffer Öner (adli suçlu) 29 Aralık 1982 Amasya<br />Adem Özkan (adli suçlu) 13 Ocak 1983 Balıkesir<br />Hüseyin Çaylı (adli suçlu) 13 Ocak 1983 Afyon<br />Osman Demiroğlu (adli suçlu) 13 Ocak 1983 Isparta<br />Ahmet Mehmet Uluğbay (adli suçlu) 22 Ocak 1983 Akşehir<br />Ali Aktaş (siyasi) 23 Ocak 1983 Adana<br />Duran Bircan (adli suçlu) 23 Ocak 1983 Denizli<br />Levon Ekmekçiyan (Asala) 28 Ocak 1983 Ankara<br />Ramazan Yukarıgöz (sol görüşlü) 29 Ocak 1983 İzmit<br />Ömer Yazgan (sol görüşlü) 29 Ocak 1983 İzmit<br />Erdoğan Yazgan (sol görüşlü) 29 Ocak 1983 İzmit<br />Mehmet Kambur (sol görüşlü) 29 Ocak 1983 İzmit<br />Ahmet Kerse (adli suçlu) 30 Ocak 1983 Gaziantep<br />Rıdvan Karaköse (adli suçlu) 5 Şubat 1983 Akşehir<br />Cavit Karaköse (adli suçlu) 5 Şubat 1983 Akşehir<br />Süleyman Karaköse (adli suçlu) 5 Şubat 1983 Akşehir<br />Fatih Laçinligil (adli suçlu) 24 Şubat 1983 Keşan<br />Faik Görünmez (adli suçlu) 24 Şubat 1983 Kilis<br />Mustafa Başaran (adli suçlu) 30 Mart 1983 Edirne<br />Hüseyin Üye (adli suçlu) 30 Mart 1983 Nazilli<br />Şener Yiğit (adli suçlu) 20 Nisan 1983 Isparta<br />Cafer Aksu Altıntaş (adli suçlu) 20 Nisan 1983 Ordu<br />Abdülaziz Kılıç (adli suçlu) 26 Mayıs 1983 Edirne<br />Halil Esendağ (sağ görüşlü) 5 Haziran 1983 İzmir<br />Selçuk Duracık (sağ görüşlü) 5 Haziran 1983 İzmir<br />İlyas Has (sol görüşlü) 6 Ekim 1984 İzmir<br />Hıdır Aslan (sol görüşlü) 24 Ekim 1984 İzmir<br /><br /><br /><br />12 Eylül döneminde Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nce 517 sanığa idam cezası verildi. Askeri Yargıtay’ın onayladığı idam kararlarının sayısı 124 oldu. Bunlardan, Milli Güvenlik Konseyi’nin onayladığı ve onay sonrası hemen infazı yapılan 50’si dışındakiler için cezalar fiilen müebbet hapse dönüştü.<br />Ölüm cezalarının infazlarına ilişkin onama kararları,<br />12 Eylül 1980 - 25 Ekim1981 arası Milli Güvenlik Konseyi döneminde,<br />25 Ekim 1981 - 14 Ekim 1983 arası Danışma Meclisi döneminde,<br />6 Kasım 1983 sonrası TBMM döneminde<br />verilmiştir.</span></div></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-27907129005479739502010-03-27T12:50:00.001+02:002010-03-27T12:51:35.624+02:00Bela-yı Masivaya<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63jIcUnUgI/AAAAAAAAAJM/omXhJQd1Mks/s1600/ziya_pasa.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 200px; DISPLAY: block; HEIGHT: 252px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453264457996653058" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63jIcUnUgI/AAAAAAAAAJM/omXhJQd1Mks/s400/ziya_pasa.jpg" /></a><br /><div align="center"><span style="font-family:arial;color:#000000;">BELÂ-YI MASİVAYA<br /><br />Belâ-yı mâsivâya mübtelâyım yâ Rasûlallah!<br />Zebûn-i pençe-i nefs ü hevâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Kerem kıl ben fakîre el-aman ey rahmet-i âlem<br />Serâpâ mahz-ı isyân ü hatâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Sen evreng-i şefâat şâhısın, sultân-ı rahmetsin<br />Kapında ben de bir kemter gedâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Şefâat kıl meded, yoksa o rütbe çok günâhım ki<br />Ne rütbe yansam ol rütbe sezâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Zebûn-i derd-i isyâna tabîb mihriban sensin<br />Alîlim, ben de muhtâc-ı devâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Ne gam, mücrim isem de bana besdir bu saâdet kim<br />Kapında bir kemîne hâk-i pâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />Beni reddetme, evlâdın başuyçün bâb-ı lûtfundan<br />Ziyâ’yım, bende-i al-i abâyım yâ Rasûlallah!<br /><br />ZİYA PAŞA</span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-41842838622227188612010-03-27T12:43:00.001+02:002010-03-27T12:45:38.096+02:00Osmanlı Padişahlarının Kabirleri<a href="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63hx2XAHjI/AAAAAAAAAJE/F2kZO0mz-Lc/s1600/padisah01.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 177px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453262970337369650" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63hx2XAHjI/AAAAAAAAAJE/F2kZO0mz-Lc/s400/padisah01.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">''OSMANLI PADİŞAHLARININ KABİRLERİ''<br />Nurıosmaniye Camii'nde iki tane Padişah Türbesi vardır. Ama ikisinin de içi boştur.Daha doğrusu boş derken içinde padişah yoktur. Kızları veya başka padişah yakını vardır. Çünkü bu Camiyi ilk başlatan I. Mahmut kendisi için yaptırmıştı ilk türbeyi ama ömrü vefa etmedi yerine geçen III. Osman ise Camiyi tamamladı. Kendi adına türbeyi de caminin arka tarafına yaptırdı ama yine türbenin içine defnedilmek nasip olmadı. En yaşlı tahta çıkan padişah olarak bilinen III. Osman’ın mezarı da yine I. Mahmud’un defnedildiği yer olan Yeni Cami arkasındaki Hatice Tahran Sultan Türbesindedir.<br /><br />Gelin isterseniz bugün Osmanlı Padişahlarının mezar ve türbe yerleri hakkında kısa bir bilgi verelim…<br /><br />1-I. Osman Gazi Hân: Bursa'da Osman Gazi Türbesi'nde.<br /><br />2- Orhan Gazi Hân: Bursa'da Orhan Gazi Türbesi'nde.<br /><br />3-I. Murat Hân: Bursa, Çekirge'de kendi türbesinde.<br /><br />4-I.Bayezit Hân: Bursa'da Bayezit Hân Türbesi'nde.<br /><br />5-I.Mehmet Hân: Bursa Yeşil Türbe'de.<br /><br />6-II.Murat Hân: Bursa, Muradiye semtinde.<br /><br />7-II.Mehmet Hân: Fatih'te, Fatih Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />8-I.Selim Hân: Yavuz Selim Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />9-I.Süleyman Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />10-II.Bayezit Hân: Bayezıtta Bayezit Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />11-II.Selim Hân: Ayasofya Camii ön bahçesindeki türbesinde.<br /><br />12-III.Murat Hân: Ayasofya Camii ön bahçesindeki türbesinde.<br /><br />13-III.Mehmet Hân: Ayasofya Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />14-I.Ahmet Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.<br /><br />15-I.Mustafa Hân: Ayasofya Camii önündeki türbesinde.<br /><br />16-II.Osman Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.<br /><br />17-IV.Murat Hân: Sultanahmet Camii yanındaki türbesinde.<br /><br />18-İbrâhim Hân: Ayasofya Camii bitişiğindeki türbesinde.<br /><br />19-IV.Mehmet Hân: Yeni Camii arkasında Turhan Valide Sultân Türbesinde<br /><br />20-II.Süleyman Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki Kanunî Türbesi'nde.<br /><br />21-II.Ahmet Hân: Süleymaniye Camii bahçesindeki Kanuni Türbesi'nde.<br /><br />22-II.Mustafa Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.<br /><br />23-III.Ahmet Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.<br /><br />24-I.Mahmut Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.<br /><br />25-III.Osman Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.<br /><br />26-III.Mustafa Hân: Lâleli Camii önündeki türbesinde.<br /><br />27-I.Abdülhamit Hân: Bahçekapı'da Hamidiye Türbesi'nde.<br /><br />28-III.Selim Hân: Lâleli Camii önündeki türbesinde.<br /><br />29-IV.Mustafa Hân: Bahçekapı'da Hamidiye Türbesi'nde.<br /><br />30-II.Mahmut Hân: Çemberlitaş'taki kendi türbesinde.<br /><br />31-I.Abdülmecit Hân: Yavuz Selim Camii bahçesindeki türbesinde.<br /><br />32-I.Abdülaziz Hân: Çemberllitaş'taki Sultan II. Mahmut Hân Türbesi'nde.<br /><br />33-V.Murat Hân: Yeni Camii arkasındaki Turhan Valide Sultan Türbesi'nde.<br /><br />34-II.Abdülhamit Hân: Çemberlitaş'ta Sultan II. Mahmut Hân Türbesi'nde.<br /><br />35-Reşat Hân: Eyüp'te Sultan Reşat Hân Türbesi'nde.<br /><br />36-Vahidettin Hân: Şam'da Sultan Selim Camii kabristanındadır.<br /><br />"rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn"<br /><br /><br />Bu arada Türbelerle ilgili kısa bazı bilgiler vermekte fayda var dostlar<br /><br />a) Eyüp Sultan’da türbesi bulunan Osmanlı Padişahı Sultan Mehmet Reşat'tır.<br /><br />b) Yine Osmanlı Padişahları içerisinde padişah olarak tek yurtdışında mezarı olan Sultan Vahdettin’dir. Cenazesi Türkiye’ye getirilmek istenmişse de ailesi kabul etmemiştir zira Suriye o dönemde Osmanlı toprağı olduğu için orası da vatan olduğunu belirtilmiştir.<br /><br />c) Sultan V.Murat kendisi Yahya Efendi Hazretlerinin oraya defnedilmek istemişti ama o dönemin siyasi şartları ve ortamın karışık olmasından dolayı mezarının tahrip edilmesinden veya zarar gelmesi endişesiyle Yeni Camii Hatice Tahran Sultan Türbesindedir.<br /><br />d) I. Abdülhamit Han’ın türbesinde Resullah S.A efendimizin ayak izinin bir kopyası da bulunmaktadır. Bunun aslı Topkapı Sarayı’ndadır. (Nakş-ı Kadem-i Şerîf: Altından yapılmış bir kapak ve çerçeve içinde yer alan, üzerinde Peygamber efendimizin mübârek ayak izi olan taşıdır. Eyyûb Sultân, Sultan Üçüncü Mustafa ve Sultan Birinci Abdülhamîd Han türbelerinde de bunlardan birer tâne bulunmaktadır.)<br /><br />e) Sultan Selim Han'ın sandukasının üstünde, büyük âlim Ahmed ibn-i Kemâl Paşa'nın kaftanı örtülüdür. Örtünün konması meşhur rivâyette şöyle anlatılır: Sultan Selim Han, Mısır Seferi'ni tamamlayıp, Kahire’den Şam’a dönerken, yolda, o sırada Anadolu Kazaskerliği vazifesini yapan Ahmed ibni Kemâl Paşazâde'yi yanına çağırdı. Sohbet ederek giderlerken, İbn-i Kemâl’in atı birdenbire bir su çukuruna bastığı için Sultan Selim Han'ın üstü başı ıslanıp, kaftanı çamur oldu. İbn-i Kemâl Paşa telâşa düşünce, azametiyle meşhur olan Sultan Selim Han; “Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!” deyip, sırtından kaftanı çıkarıp, saklattı.<br /><br /><br />Yazan: Fahri Çelebi </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-86530164325714543302010-03-27T12:37:00.001+02:002010-03-27T12:41:38.430+02:00Su Kasidesi Fuzüli<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63gwYk90fI/AAAAAAAAAI8/VRGcvb16ZYE/s1600/gll3oisk8wm1.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 335px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453261845651378674" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63gwYk90fI/AAAAAAAAAI8/VRGcvb16ZYE/s400/gll3oisk8wm1.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Su Kasidesi”<br />Fuzûlî<br /><br />Orijinal Metin ve Açıklama<br /><br />Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su<br /><br />Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su<br /><br /><br />Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar çok tutuşan ateşlere su fayda vermez.<br /><br /><br /><br />Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem<br /><br />Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su<br /><br /><br />Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..<br /><br />Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk<br /><br />Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su<br /><br /><br />Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.<br /><br />Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin<br /><br />İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su<br /><br /><br />Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.<br /><br />Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün<br /><br />Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su<br /><br /><br />Bahçıvan gül bahçesini sele versin su ile mahvetsin, boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.<br /><br />Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna<br /><br />Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su<br /><br /><br />Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de gubârî yazısını, senin yüzündeki tüylere benzetemez.<br /><br />Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola<br /><br />Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su<br /><br /><br />Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.<br /><br />Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ<br /><br />Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su<br /><br /><br />Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.<br /><br />İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it<br /><br />Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su<br /><br /><br />Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.<br /><br />Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi<br /><br />Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su<br /><br /><br />Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.<br /><br />Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr<br /><br />Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su<br /><br /><br />Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.<br /><br />Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek<br /><br />Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su<br /><br /><br />Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.<br /><br /><br /><br />Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar<br /><br />Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su<br /><br /><br />Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.<br /><br /><br /><br />Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger<br /><br />Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su<br /><br /><br />Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından kurtarabilir.<br /><br />İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile<br /><br />Gül budağınun mizâcına gire kurtara su<br /><br /><br />Gül fidanı bir hile ile meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.<br /><br />Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme<br /><br />İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su<br /><br /><br />Su Hz. Muhammed’in s.a.v yoluna uymuş ve bu hâli ile dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.<br /><br /><br /><br />Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ<br /><br />Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su<br /><br /><br />İnsanların efendisi, seçme inci denizi olan Hz. Muhammed’in s.a.v mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.<br /><br /><br /><br />Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın<br /><br />Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su<br /><br /><br />Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için ve onun mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.<br /><br /><br /><br />Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim<br /><br />Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su<br /><br /><br />Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan o mucizelerden, ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.<br /><br /><br /><br />Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ<br /><br />Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su<br /><br /><br />Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini bir mucize olarak parmağından su akıttığını kim işitse hayret ile şaşa kalarak parmağını ısırır.<br /><br /><br /><br />Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât<br /><br />Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su<br /><br /><br />Dostu yılan zehri içse bu zehir onun dostu için âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse o su, düşmanına elbette yılan zehrine döner.<br /><br />Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz<br /><br />El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su<br /><br /><br />Abdest almak için el uzatıp gül gibi olan yanaklarına su vurunca sıçrayan her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.<br /><br />Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl<br /><br />Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su<br /><br /><br />Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.<br /><br /><br /><br />Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr<br /><br />Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su<br /><br /><br />Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak orayı aydınlatmak ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.<br /><br />Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ<br /><br />Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su<br /><br /><br />Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı dertlerine derman bilirler.<br /><br /><br /><br />Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam<br /><br />Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su<br /><br /><br />Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların susuzluktan dudağı kurumuşların yanıp dâimâ su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum.<br /><br />Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da<br /><br />Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su<br /><br /><br />Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.<br /><br /><br /><br />Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner<br /><br />Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su<br /><br /><br />Kabrini yenileyen tamir eden mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.<br /><br /><br /><br />Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma<br /><br />Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su<br /><br /><br />Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, ama o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.<br /><br /><br /><br />Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri<br /><br />Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su<br /><br /><br />Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin alelâde sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.<br /><br /><br /><br />Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr<br /><br />Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su<br /><br /><br />Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün yahut aşık göz, sana duyduğu hasretten su gözyaşı döktüğü zaman,<br /><br />Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam<br /><br />Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su<br />O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım. </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-45875223764892141542010-03-27T12:32:00.002+02:002010-03-27T12:35:16.859+02:00Muavenet-i Milliye'nin Goliath İsimli İngiliz Savaş Gemisini Batırışı<a href="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63fXB3a28I/AAAAAAAAAI0/OdQo7oQghvQ/s1600/MuavenetiMilliye.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 280px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453260310546406338" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63fXB3a28I/AAAAAAAAAI0/OdQo7oQghvQ/s400/MuavenetiMilliye.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;">91 YIL ÖNCE MUAVENET, CHURHCİLL’İ İSTİFA ETTİRMİŞTİ...<br />Çanakkale savaşlarının en önemli olaylarından biri nedense yıllardır yapılan kutlama törenlerinde hak ettiği yeri almaz.En az Nusrat mayın gemisinin başarısı kadar değerli bir operasyona imza atan MUAVENET-İ MİLLİYE gemisinin hikayesidir bu.<br /><br />12-13 Mayıs 1915 Gecesi yaşanan bu önemli olayı 91 yılında sizlerle paylaşmak istedik:<br />25 Nisanda başlayan kara savaşları ile yarımadada kıyasıya bir mücadele sürmektedir. Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinde aralıksız devam eden savaşta İngiliz ve Fransız donanmaları Türk siperlerini şiddetli top atışına tutmaktadır.. Özellikle boğaz girişi olan Morto koyunda bulunan iki İngiliz savaş gemisi Goliath ve Cornwallis taarruza kalkan Türk birliklerine yaptıkları yoğun atışlarla birlikte,boğaz girişini tüm girişlere kapatarak elimizi kolumuzu bağlıyorlardı. 13.150 tonluk bu gemiler ateş güçleri ile saldırıya katılan düşman kuvvetlerin en önemli kozuydu.<br />Bu gemilerin verdirdiği hasarın durdurulması için çareler aranmaya başlandı.Düşman donanmasının gücü karşısında bu gemilere karşı ancak bir şans oyunu denenebilirdi. Tabii bu oyundaki en küçük bir hatanın bedeli ölümdü…<br />MUAVENET-İ MİLLİYE 1909 yılında Almanya’da yapılmış,765 ton kapasitede, üzerinde küçük silahlar ve 3 adet torpido kovanı bulunan küçük bir muhripti. Gayret-i Vataniye isimli kendisi gücünde bir muhriple Marmara’ya sızan düşman denizatlılarını takip ediyorlardı. Muavenetin kaptanı Yüzbaşı Ahmet Saffet bey aldığı emirle 10 Mayıs 1915 günü gemisiyle Çanakkale’ye geldi. Kendisine yapacağı görev anlatıldığı sırada sanırım kimse bu görevin başarıyla sonuçlandırılabileceğine inanmıyordu.<br />MUAVENET’E MORTO KOYUNDA BULUNAN GEMİLERDEN GOLİATH’I VURMA GÖREVİ VERİLMİŞTİ.<br />Görev çok tehlikeli olmakla öncelikle gemi personeli ve geminin yükü azaltıldı. Boğaz ışıldakları Muavenet’in seyir yolunu aydınlatmamaları konusunda uyarıldı. Personel boğaz mayınları konusunda bilgilendirildi. Ve 12 Mayıs 1915 günü akşam saatlerinde Rumeli kıyısından Morto’ya doğru hareket eden Muavenet önce Soğanlıdere’ye gelince demirleyerek bir müddet bekledi. Gözcülerin, hedef geminin Morto koyunda demirli olduğu yönünde verdikleri son bilgi üzerin, 13 Mayıs 1915 saat: 00.30 da Muavenet süzülerek Morto’ya hareket etti.Geminin bütün ışıkları söndürülmüş ve motorlar ancak kuvvetli akıntıyı kontrol edecek kadar rölantiye alınmıştı. Bu ölüm yolculuğunda yakından geçen bir düşman muhribi Muavenet’i fark edemedi. Torpidolar 1200 metre ve 34 mile ayarlıydı. Bu nedenle isabet için mümkün olduğu kadar hedefe yaklaşmak gerekiyordu. Bu da görülme riskini arttırıyordu. Saat: 01.00 de hedef görüldü. Ancak Goliath gözcüsü de bu arada gelen gemiyi fark etmiş, ışıldakla parola sormaktaydı. Muavenet parola cevabıyla gözcüyü oyalarken güvertede tüm hazırlıklar tamamdı. Tesir mesafesine girilmişti ve saat tam 01.15 te Muavenet’in güvertesinden fırlatılan üç torpido hedeflerine doğru yol almaktaydı. Tümü hedefi buldu ve dev Goliath ile birlikte 570 İngiliz denizci ortadan kayboldu.Görev başarılmıştı, ancak geri dönüş gidişten çok daha tehlikeli idi. Çevrede bulunan düşman gemileri peşine düşseler de,Muaveneti yakalayamadılar. Hiçbir hasar almadan Çanakkale’ye dönen Muavenet’in düşman gemileri ve uçaklarına yakalanmaması için boğaz kıyılarında ateşler yakıldı, boğaz dumanla kaplandı. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte sonuçtan haberdar olan Çanakkale halkı gün boyu bu zaferi kutladı.<br />Muavenet yoluna devam ederek 14.Mayıs.1915 te İstinye limanına demirledi. Kendisine büyük bir karşılama töreni yapıldı. Gemi Komutanı Yüzbaşı Ahmet Saffet binbaşılığa terfi ettirildi.<br />MUAVENETİN BU BAŞARISI İNGİLİZ HARP MECLİSİNİ KARIŞTIRDI. 17 MAYIS 1915 TE ÇANAKKALE HAREKATININ FİKİR BABASI OLAN CHURCHİLL İLE BİRLİKTE İNGİLİZ DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANI AMİRAL FİSHER İSTİFA ETMEK ZORUNDA KALDILAR.<br />ÇANAKKALEDEKİ KOMUTAN İAN HAMİLTON, GOLİATH’İN BATIRILDIĞINI DUYDUĞUNDA “ DÜŞMAN MADALYAYI HAK ETTİ” DİYEREK BU KUSURSUZ BAŞARIYI KABUL ZORUNDA KALDI.<br />Olayın en önemli sonucu da bir kez daha denenmesi düşünülen boğaz geçişinden vazgeçilmesidir. İngiltere’de yayınlanan gazeteler haberi manşetten verirken kullandıkları deyim enteresandı: “ DAVUT SALLAMA SAPANLA TAŞI ATTI, DEV GOLİATH’I BAŞINDAN VURDU” Çünkü Goliath, Kısasül Enbiyada anlatılan hikayeye göre Davut peygamberin kavmine musallat olan Callud isimli devin diğer adıydı. Ve çoban olan Davut peygamber, sapanla attığı taşla bu devi yenmişti.<br />ÇANAKKALE SAVAŞININ KÜÇÜK AMA ÖNEMLİ BİR SAYFASI. MUAVENETİN TORPİDO KOVANI ŞİMDİ ÇANAKKALE ÇİMENLİK KALE MÜZESİNDE SERGİLENİYOR.<br />KAHRAMANLARIMIZI SAYGI VE RAHMETLE ANIYORUM.<br /><br />AVUKAT MEHMET ALTIN - ÇANAKKALE </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-10742141160029333502010-03-27T12:19:00.001+02:002010-03-27T12:28:54.964+02:00Halep Gemisi Cinayeti (Ç.kale Savaşı)<a href="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63d1o67ibI/AAAAAAAAAIs/J2v5SB-JrPY/s1600/20090319-HALEP.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 275px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453258637402933682" border="0" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63d1o67ibI/AAAAAAAAAIs/J2v5SB-JrPY/s400/20090319-HALEP.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">... 25 Nisan…. Daha düne kadar bu tarihin ne anlam ifade ettiğini birçoğumuz bilmiyorduk. Çanakkale savaşları 18 Mart’larda yapılan törenlerle hatırlanan, birçok cephede yaptığımız savaşlardan biriydi.<br />Çanakkale’ye 1967 yılında parasız yatılı öğrenci olarak geldim. 5 yıl orta öğrenim gördüm. Benimle birlikte Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş öğrencilerle bir arada devlet yurdunda yatılı öğrenci olmamıza rağmen bize bu savaşlarla ilgili hiçbir özel bilgi verilmediği gibi 5 yıl boyunca yarımadaya götürülmedik. Oysa 1967 yılında Çanakkale Savaşları yaşanalı 52 yıl olmuştu. Bugün düşündüğümde bunun neden yapılmadığına hala bir anlam veremiyorum.<br />Belki aynı aymazlık devam edecekti. Ancak birileri, hem de yaşanan savaşın mağluplarının torunları bir gün binlerce kilometre öteden, okyanusu aşıp Çanakkale’ye geldiler. Bu topraklarda ölen dedeleri için ayinler düzenlemeye törenler yapmaya başladılar. Oysa onlar bu savaştan utanacak kimselerdi. Dedeleri, birilerinin vatanını ellerinden almak için saldıran tarafın askerleriydi.<br />Hepimiz şaşkındık. Bu insanlar bu ayıplarına rağmen nasıl oluyor da çok uzun yolları kat ederek Çanakkale’ye geliyorlardı. Gerçek kısa sürede anlaşıldı. ONLARIN DEDELERİ<br />İNGİLİZLER TARAFINDAN ALDATILMIŞTI. İNGİLİZ’İN BİTMEYEN HIRSINA KURBAN EDİLMİŞLERDİ. HEMEN BU ACININ ETRAFINDA KENETLENDİLER. VE DEDELERİNİ ALDATANLARI LANETLEMEK İÇİN HER YIL ÇANAKKALE’YE GELMEYE BAŞLADILAR.<br />Evet Anzaklar bizi kendimize getirdi.<br />BİZ VATANINA SALDIRILMIŞ VE BU SAVAŞTAN GALİP ÇIKMIŞ DEDELERİMİZ İÇİN HİÇ BİR ŞEY YAPMADIĞIMIZI FARKETTİK.<br />Çanakkale Savaşları gün gün incelenmeye başlandığında ise hayretler içinde kaldık. DEDELERİMİZİN nasıl bir acımasız canavarla savaştığını görmeye başladık. Dünya uluslarına yüzlerce yıl kan kusturan ve bugün bu tavrını hiç değiştirmeyip, menfaati olduğuna inandığı her yeri cehenneme çeviren bu katilin gerçek yüzünü, bu savaşlarda yaşattığı vahşetin birini sizlerle paylaşarak göstermek istedik .<br />TARİH 25.NİSAN 1915… Yarımadaya yapılan kara saldırılarının ilk günü. Yüzlerce vatan evladı şehit….Tabii bir çoğu da yaralı. Yarımadada ulaşım aracı yok.Ancak atlar ve tahta arabalar. Yaralılar bin bir güçlükle Eceabat yakınında ve cephe gerisinde bulunan Akbaş mevkiine taşınıyor. YÜZLERCE AĞIR YARALI VAR. Bunların İÇİNDE BİR ÇOĞU askerleri ile birlikte en ön saflarda çarpışan üst düzey komutanlar, Binbaşılar, yüzbaşılar…<br />Akbaş’ta bulunan iskelede, şirketi hayriye'nin yolcu gemilerinden HALEP GEMİSİ yaralıları İstanbul’a götürmek için hazırlanmış. Ayrıca İstanbul’da Selimiye kışlası gelecek yaralıları tedavi amaçlı hastane haline getirilmiş.<br />Getirilen yaralılar büyük bir itina ile gemiye alınıyor. 200 ü aşkın vatan evladı bir an önce iyileşip tekrar cepheye dönme arzusu ile arkadaşları ile vedalaşıyor.<br />Erzincanlı Yüzbaşı Şekip, Nevşehirli Binbaşı Ali, Dadaylı yüzbaşı Mustafa Zeki, Çankırılı Binbaşı Seçkin, Elazığlı Yüzbaşı Mehmet Servet, Urfalı yüzbaşı İbrahim Hikmet, Tokatlı binbaşı Muhittin, Pozantılı yüzbaşı Hamdi, Sivaslı binbaşı İbrahim, Halepli Ahmet oğlu Mehmet… uzayıp giden yüzlerce isim.<br />Akbaş mevkii cephe gerisi. Gemi yolcu gemisi. Hastane gemisi olduğu zaten düşman tarafından biliniyor. Geminin üzerinde hiçbir silah yok.<br />AMA DÜŞMAN ÖYLE BİLDİĞİNİZ DÜŞMANLARDAN DEĞİL. Onun için hastane gemisi, savaş gemisi fark etmiyor. O yok etmek için programlı.<br />Gemi, Akbaş iskelesinden dualarla ve arkadaşlarını bir daha görememek endişesi taşıyan Mehmetçiklerin gözyaşları ile günün akşama yakın saatlerinde uğurlanıyor. Daha iskeleden 10-15 metre ayrılıyor ki korkunç bir patlama kıyıda uğurlayanları yerlerinde donduruyor. Daha fazla zarar verebilmek için geminin yüklenmesini bekleyen İngiliz E-11 denizaltısı artık zamanın geldiğine inanarak torpili fırlatmıştır. Gemi kısa sürede sulara gömülüyor. Gemi personeli ile birlikte 200 ü aşkın yaralı subay ve erlerimizden hiçbiri kurtulamıyor. Akbaş cehenneme dönüyor. Herkes perişan. Kimileri suya atlayıp denize düşenleri kurtarmaya çalışıyorsa da sonuç tam bir felaket. Toplanabilen şehitler elbiseleri ile birlikte karaya alınıp topluca gömülüyor... Sağ kalanlar nefretle sıktıkları yumruklarını göğe kaldırıp bu kalleş düşmanı topraklarından atacaklarına bir kez daha gözyaşları ile haykırarak yemin ediyorlar.<br />HANİ ÇANAKKALE SAVAŞLARI İÇİN CENTİLMENLER SAVAŞI FALAN DENİYOR YA SAKIN İNANMAYIN. BU SAVAŞIN TEK CENTİLMENİ VATANINI SAVUNAN MEHMETÇİKTİR.<br />BU SAVAŞTA UĞRADIĞI ONCA HAKSIZLIĞA, KENDİSİNE KARŞI İŞLENEN ONCA İNSANLIK SUÇUNA RAĞMEN “ Bu topraklarda ölenler artık bizim çocuğumuz olmuştur” diyen komutanın neferleri MEHMETÇİKLER…<br />ANZAKLAR KENDİLERİNİ ALDATANLARI TANIYIP MİLLET OLMAYA ÇALIŞIRKEN, BİZDE BİRİLERİ HALA ALDATANLARIN OYUNUNDAN KURTULAMIYOR.<br />ANZAKLAR BİNLERCE KİLOMETRE ÖTEDEN DEDELERİNİ ANMAK İÇİN ÇANAKKALE’YE GELİRKEN, BİRİLERİ DİYARBAKIR'DAN ÇANAKKALE YE GELMEYİ AKLINDAN BİLE GEÇİRMİYOR. BU YETMİYOR, ÇANAKKALE'DE DEDELERİNİ KATLEDENLERİ RESMİ TÖRENLERLE AĞIRLIYOR.<br />AÇ GÖZLÜ EMPERYALİSTİN BİTMEYEN OYUNUNA FİGÜRAN OYUNCU OLUYOR. YAHU, SİZİN DEDELERİNİZİN MEZARI ÇANAKKALE’DE, SİZ NEDEN ÇANAKKALE’YE DEĞİL DE DİYARBAKIR'A GELİYORSUNUZ? DEMİYOR...<br />BİZ VARKEN, ONLAR YOKTU. FATİH 1453 TE İSTANBUL’U FETHETTİĞİNDE DAHA AMERİKA KITASI KEŞFEDİLMEMİŞTİ. KIZILDERİLİLER ÖZGÜR VE MUTLU YAŞIYORLARDI. BUGÜN KIZILDERİLİLER YOK…<br />TARİHİMİZİ, KİM OLDUĞUMUZU, KİMLERİN TORUNU OLDUĞUMUZU UNUTMAYACAĞIZ. ÇANAKKALE’DE DEDELERİMİZE, VATANIMIZA SALDIRANLARIN HEP PUSUDA OLDUĞUNU UNUTMAYACAĞIZ.<br />...25 NİSAN, AKBAŞ ŞEHİTLİĞİ HEPİMİZE YARIM SAAT MESAFEDE. BİNLERCE KİLOMETRE ÖTEDEN ALDATILAN DEDELERİNİ ANMAK İÇİN ÇANAKKALE’YE GELEN ANZAKLARIN NE YAPMAYA ÇALIŞTIĞINI İYİ ANLAYARAK SORUMLULUĞUMUZU YERİNE GETİRME ZAMANI.<br />YAŞANANI, GERÇEĞİ YERİNDE ÇOCUKLARIMIZA GURURLA ANLATMA ZAMANI. ÇOCUKLARIMIZIN ALDATILAMAMASI ADINA… ŞEHİTLERİMİZİ RAHMET VE ŞÜKRANLA ANIYORUM.<br /><br />AVUKAT MEHMET ALTIN - ÇANAKKALE </span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-72363376402633878182010-03-27T12:16:00.003+02:002010-03-27T12:18:46.908+02:00Abdülhamit Han'ın Kumandanı<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63bMSsLOAI/AAAAAAAAAIk/1VYGAZVxtl4/s1600/abdulhamid.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 286px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453255728037574658" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63bMSsLOAI/AAAAAAAAAIk/1VYGAZVxtl4/s400/abdulhamid.jpg" /></a><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">Mehmet Âkif bir yaşlı zâtı anlatıyor: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her sabah ne kadar erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum. Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun? Bana “Beni konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar edince ağlıya ağlıya anlattı.<br /><br />Dedi ki : “Ben Abdulhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifai olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik, kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abulhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim. Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfekeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına.<br /><br />Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (SAV) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı. Abdulhamit’de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz döndü Abdulhamit’e dedi ki “Abdulhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Abdulhamit “Ya Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın ?..” (Mehmet AKİF'ten)</span></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6663869011480541555.post-34441573159412094992010-03-27T12:02:00.003+02:002010-03-27T12:13:53.196+02:00Sultân Abdülaziz intihar'mı etmiştir yoksa şehid'mi edilmiştir<a href="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63aMn_WHzI/AAAAAAAAAIc/deD_N13q8NE/s1600/abdlazizkanlgmlek2lj5.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 258px; DISPLAY: block; HEIGHT: 258px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453254634243497778" border="0" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63aMn_WHzI/AAAAAAAAAIc/deD_N13q8NE/s400/abdlazizkanlgmlek2lj5.jpg" /></a><br /><div><br /><br /><div><span style="font-family:arial;color:#000000;">30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitâben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir.<br /><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 198px; DISPLAY: block; HEIGHT: 159px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5453254480053763922" border="0" alt="" src="http://3.bp.blogspot.com/_NTJWdat1x40/S63aDplpf1I/AAAAAAAAAIU/BaLWiSxgiG8/s400/abdlazizkanlgmlekji8.jpg" /><br />4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefât ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, “Sultân Abdülaziz’in sabahleyin vâlidesini ve câriyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığını” söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur.<br /><br />Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira;<br /><br />Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.<br /><br />İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alel-acele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muâyene taleplerini şiddetle reddetmiştir.<br /><br />Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani vâlide sultân ve câriyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Vâlide Sultân’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır.<br /><br />Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir.<br /><br />Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinâyet olduğu yönündedir.<br /><br />Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayr-i meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir[1].<br /><br /><br /><br />[1] Mahmûd Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat c. I, sh. 116-121; Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, c. IV, sh. 155-160; Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, sh. 169-264; VII, sh. 355-360; Abdurrahman Şeref, “Sultân Abdülaziz’in Vefatı İntihar mı Katl mi?”, TTEM, nr. 6(83), sh. 321-325; Uzunçarşılı, “Sultân Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi”, sh. 349-373. Uluçay, Padişahların Kadınları Ve Kızları, 162-166; Öztuna, Devletler Ve Hânedânlar, II, 274-288.<br /><br /><br /><br /><br /><br />Yıldız Mahkemesi<br />Otuz ikinci Osmanlı Pâdişâhı Abdülazîz Hanın tahttan indirilerek şehit edilmesine sebep olanları yargılamak için kurulan mahkeme. Yıldız Sarayı yakınındaki Malta Karakolunun yanında kurulan bir çadırda görüldüğü için bu ad verilmiştir.<br />Sultan Abdülazîz Han; Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülislâm HayrullahEfendi ve Midhat Paşanın gizli çalışmaları neticesinde 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi. Hüseyin Avni Paşanın ayda yüz altın lira maaşla Fer’iyye Sarayına bahçıvan adıyla aldığı Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed adlı pehlivanlar tarafından 4 Haziran 1876’da şehit edildi. Fakat intihar süsü verilerek olayın üzerine gidilmedi.<br />Sultan Beşinci Murâd Hanın kısa saltanatından sonra pâdişâh olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, amcası Abdülazîz Hanın şehit edilmesiyle ilgili olarak el altından soruşturmaya başladı. Bizzat veya vâsıtalı olarak yaptığı soruşturma neticesinde amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, sûikastle öldürüldüğü kanaatine vardı. Olayın resmî olarak soruşturulmasını istedi. Savcı olarak vazifelendirilen Fındıklılı Mehmed Efendi 1 Nisan 1881’de soruşturmaya başladı. Soruşturma komisyonunda Şûray-ı Devlet Tanzimat Dâiresi başkanı Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Beyle mâbeynci Râgıb Bey de vazifelendirildiler. Yapılan soruşturma sırasında sanıklar ve şâhitler dinlendi. Soruşturma neticesinde; bahçıvan ve uşak olarak üç kişinin yüzer altın lira aylıkla Abdülazîz Hanın hizmetine tâyin olundukları, Abdülazîz Hanın icâbında kendisini savunabileceği palasının bir tertiple alındığı, üzerinde daha hayat eseri varken doktorlara odasında muâyene ettirilmeden bir pencere perdesine sarılarak alelacele Fer’iyye Karakoluna indirildiği, ölümü hakkında on dokuz doktor tarafından verilmiş raporun yazılı ve açık olmadığı ve bileklerini keserek intihar ettiği söylenen makasın bu yaraları meydana getirilebileceği kaydıyla yetinilerek kapalı ifâdede bulunulduğu, Hüseyin Avni Paşanın; “Bu avam cenâzesi değildir. Size her tarafını muâyene ettirmem.” demek sûretiyle tam muâyeneye mâni olduğu, cenâze görülmeden yalnız Fahri Beyin sözüyle yetinilmek sûretiyle şer’î (dînî) îlam yazıldığı, Abdülazîz Hanın hizmetine tâyin edilen pehlivan Mustafalar ve Hacı Mehmed’in olaydan sonra cüzi bir maaşla emekliye ayrıldıkları halde “Yüksek maaşla memleketlerine gönderilmiştir” diye halka îlân edildiği, Abdülazîz Hana büyük kin besleyen Hüseyin Avni Paşanın olay günü Kuzguncuk’taki yalısından ilk olarak Fer’iyye’ye gelmiş olduğu, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve DâmâdNûri paşaların Beşinci Murâd’ın annesinin isteğiyle Abdülazîz Hanı öldürmek üzere emir verdiklerini beyan ettikleri ortaya çıktı. Soruşturma neticesinde hazırlanan raporda Abdülazîz Hanın ölümünün intihar olmayıp suikast sebebiyle olduğu belirtildi.<br />Sultan İkinci Abdülhamîd Han bu raporu Şeyhülislâm UryânizâdeAhmed Esad Efendi, Dâhiliye Nâzırı Mahmûd Nedim Paşa, Tunuslu HayreddînPaşa ve Şûray-ı Devlet Tanzimat Dâiresi başkanı Mahmûd Celâleddîn Beyden meydana gelen bir komisyona ve Sadrâzam, Şeyhülislâm, Dâhiliye Nâzırı ve Hâriciye nâzırından meydana gelen ikinci bir üst heyete inceletti. Bakanların tam kanaat getirmesi için sanıkların ve şâhitlerin Bakanlar Kurulu huzûrunda ifâdelerinin dinlenmesini de uygun gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu görüşünü heyete bildirdi. Ayrıca bu işle ilgili görülen Mütercim Rüşdî ve Midhat paşaların da tutuklanarak muhâkeme edilmeleri için olağanüstü bir Soruşturma Meclisinin kurulmasını Bakanlar Kurulu (Vekiller Heyeti) üyelerine bildirdi. Bunun için sarayda toplanarak bir karar vermelerini istedi. Sadrâzam Saîd Paşanın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu (Vekiller Heyeti) meseleyi görüştü. İfâdeleri tespit edilmiş olan sanıklar hakkındaki iddianâme okundu, fâillerden bir kısmı getirtilip Bakanlar Kurulu huzûrunda konuşturuldu. Durumu tekrar değerlendiren Bakanlar Kurulu, sanıkların cezâlandırılmak üzere evraklarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmelerini, Yıldız Sarayı yakınında Malta Karakolunun yanındaki bir çadırda mahkeme kurulmasını, mahkemenin alenî (açık) olması ve seyircilerin Adliye Nâzırlığından alınacak dâvetiye ile mahkeme salonuna girmeleri gibi hususları kararlaştırdı.<br />Mahkemeye Adliye Nâzırlığından alınan dâvetiye ile girildiği için yabancı muhâbirlerin ve kordiplomatiğin hepsine ve sanıkların âilelerine dâvetiyeler verildi. Türk gazetecileri de mahkemeyi tâkip ediyorlardı. Sanıkların duruşma ve muhâkemeleri temyize bağlı İstinaf Mahkemesinin Cinayet Mahkemesi tarafından yürütülecekti. Bu mahkemenin reisi Ali Sürûrî Efendi, ikinci reisi de Hristo Forides idi. Mahkeme heyetinin diğer üyeleri, Emin Bey, Hüseyin Hâmid Bey, Emin Efendi, Gadban Efendi ve savcı, Latif Bey yardımcıları ise Reşid ve Raif beylerdi. Ayrıca soruşturmayı yapmış olan Fındıklılı Mehmed Efendi ile Hüseyin Şükrü Efendi de bu heyette yer almıştı.<br />27 Haziran 1881 Pazartesi günü saat 10.00’da başlayan mahkemeye başta Midhat Paşa olmak üzere on bir sanık getirildi. Kalabalık bir dinleyici kitlesinin tâkip ettiği sabah oturumunda savcının iddianamesi okundu. Sanıklar veya avukatları ile şâhitler dinlendi.<br />Reis Sürûrî Efendi şâhitlere sanıkların itirazlarını dinlettikten sonra, sanık avukatlarının savunmaları ve sanıkların savunmaları dinlendi. 29 Haziran Çarşamba günü saat 11.00’de reis Sürûrî Efendi; “Bugün mahkeme, müdde-i umûmî (savcı) beyle müdâfileri dinledikten ve yeniden müşâverede bulunduktan sonra hak edilen cezâların miktarını açıklayan hükmünü beyân edecektir. Söz savcınındır” dedikten sonra duruşmayı açtı. Savcı sanıklar hakkında Cezâ Kânununun ilgili maddelerinin tatbikini taleb etti. Sonra söz alan sanık avukatları müvekkillerini savundular. Bundan sonra hâkimler yarım saat çekildiler. Bu müddet sonunda reis Sürûrî Efendi verilen cezâları bizzat okumaya başladı.<br />Karara göre; Abdülazîz Han tahttan indirildikten sonra kaldığı Fer’iyye Sarayının bahçıvan ve bekçileri Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa ve Dâmâd Nûri Paşa îdâma, Seyyid Bey ve İzzet Bey onar sene hapse mahkûm edildiler. Cinâyete ortak olduğu anlaşılan, fakat cezâsı tespit edilmemiş olan Midhat Paşa da kendisini savundu. Mahkeme heyeti karar için çekildi. İkinci reis Hristo Forides tekrar celseyi açarak, Midhat Paşanın da îdâma mahkûm edildiğini, temyiz yolunun açık olduğunu, îtiraz için sekiz gün mühlet verildiğini açıkladı. Abdülazîz Hanın öldürülmesinde eli bulunanlardan Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed Paşalar mahkemeden önce öldükleri için haklarında işlem yapılmadı. Midhat Paşa 6 Temmuz 1881’de temyize başvurdu. Temyiz Mahkemesi Midhat Paşanın îtirâzını görüşerek taleplerinin reddine karar verdi. Mahmûd Celâleddîn ve Nûri Paşaların cezâlarının hafifletilmesinin kararı ile Temyiz Cezâ Dâiresinin tasdikine âit iki îlâm Adliye Nezâretine gönderildi. Adliye Nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve başvekil ünvânıyla Sadrazam olan Küçük Saîd Paşa da îlâmları göndererek Vekiller Heyetinde görüşülmesini istedi. Vekiller Heyeti toplanarak felâketlerin kaynağının Abdülazîz Hanın tahttan indirilmesi olduğunu, ayrıca mahkeme kararlarını değiştirmeye selâhiyet ve lüzum olmadığını, cezâların affı veya hafifletilmesinin Kânûn-i Esâsîye göre pâdişâhın yetkisi dâhilinde olduğunu belirtti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bakanlar dışında birçok devlet adamının katılmasıyla bir heyet toplayarak mahkeme kararlarının aynen tatbiki veya değiştirilmesi hakkında tek tek tekliflerinin bildirilmesini istedi. 9 Temmuz günü Yıldız Sarayında eski sadrâzamlardan Safvet Paşanın başkanlığında toplanan 25 kişilik heyetten 15 kişi kararların aynen uygulanmasını, 10 kişi ise cezâların hafifletilmesini istedi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, heyet üyelerinin yazılı mütâlaalarını tek tek inceledikten sonra kendi yetkisine dayanarak îdâm cezâlarının hepsini ömür boyu hapse çevirdi. Sivil ve askerî rütbelerini, nişanlarını ve madalyalarını kaybeden mahkûmların on birinin de cezâlarını Hicaz eyâletindeki Taif Kalesinde çekmeleri kararlaştarıldı. Mahkûmlar cezâlarını çekmek üzere Taif’e gönderildi. Böylece Osmanlı târihinde karanlıkta bırakılmak istenen bir cinâyet de aydınlığa kavuşturuldu. </span></div></div><div class="blogger-post-footer"><script type="text/javascript"><!--
google_ad_client = "ca-pub-8629822014560164";
/* 2 */
google_ad_slot = "7901959013";
google_ad_width = 728;
google_ad_height = 90;
//-->
</script>
<script type="text/javascript"
src="http://pagead2.googlesyndication.com/pagead/show_ads.js">
</script></div>Unknownnoreply@blogger.com0